Keyif alarak yaptığım, düşünüp de hemen hayata geçirdiğim her şeyden sonra, kendime kocaman aferinlerim olur. Başkalarından onay beklemem, daha doğrusu yaptığım, her ne ise, önce ben beğenmeliyim, diye düşünürüm. Öyle ya bu, insanın kendini sevmesi ve sayması gibi bir şey.
Daha gözümü açmadan, keyifle yatakta dönerken, kendime bugün neler armağan edebilirim, diye düşünüyorum. Perdenin aralığından sızan, güzel gün müjdecisi güneş ışıkları, yaramaz bir çocuk gibi, neşeyle yüzümde oynaşıyor. Haydi kalk, tembellik etme, diyor. Gözlerimi oğuşturarak su mavisi, kalın sabahlığıma uzanıyorum. Yumuşacık dokusu beni gülümsetiyor. Mutlu oluyorum, yüzüm aydınlanıyor. İşlemeli terliklerimi de giyip odamdan çıkıyorum. Daha gözüm açılmadan soluğu bahçede alacağım. Ben hemen her gün böyleyim, erken saatte bir programım yoksa elbette…
Sabahın serin tazeliği beni kendime getiriyor. Güneş mızrak boyu yükselmiş. Beşparmaklar Dağları, başlarındaki birkaç parça bulutla duvaklı geline benziyor. Yamaçlar, aralık ayında olmamıza rağmen yemyeşil, pek güzel… Aslında benim ülkemde kış yok sayılır. Bu aylar da ilkbahar- sonbahar karışımı tatlı günler… Bol yağışı şimdi bulursak yazın rahat edeceğiz. Kıbrıs, benim cennetim… Çağlar boyunca durmadan ele geçirmeye çalışılmış ama kimseye uğur getirmemiş, kimsenin de olmamış. Özgürlüğünü kimselere kaptırmamış bir Afrodit o… Burada yaşayanlardan gayrısına yar olmaz… Tam benimdir, dendiği anda elden gidiverir, biline…
Masal ülkem (St. Hilarion’a ben o adı taktım. Gece ışıklar içinde gerçekten de bir masal ülkesi kadar gizemli…) henüz uykuda, heybetli görünüşüne bayılıyorum. Bir serçe konuyor az öteme. Alacalı renkleriyle doğrusu pek sevimli. Çakılların arasında bir şeyler bulmuş olmalı; belki bir tohum, belki de bir böcek… Gagalayıp duruyor. Servilerde kuş cıvıltıları… Doğadaki her şey, çoktan nefes alıp vermeye başlamış. Her ağacı, her çiçeği tek tek inceliyorum. Geçen haftaki fırtınaya dayanamayan karabiber ağacını dün sağlamlaştırmıştım. Demir kazıklar çakıp, dallarını gemici ipiyle bağladım. Köküne de bol toprak koyup çevresini daire biçiminde ağır tuğlalarla süsledim. Artık yeni bir fırtınaya göğüs germeye hazır. O daha pek küçük… Bu nedenle, tıpkı bir çocuk gibi destek istiyor.Henüz bir yaşında ama boyu üç metreyi buldu.
Bugün ne yapmalı, diye düşünüyorum. Sabah boşum. Kahvaltı sonrası çarşıya inmeye karar veriyorum. Biraz çarşı- pazar dolaşmalı… Bir şey almam gerekmiyor, bakmak bile beni mutlu ediyor. Arabama biniyorum. Girne’yi keşfe çıkacağım. Her defasında aynı yerlerden geçsem bile, daha önce görmediğim detaylara rastlıyorum. Arabamı Belediyenin park yerine bırakıyorum. Burası Osmanlı zamanından kalma Baldöken Mezarlığı… Adını neden böyle koymuşlar bilmiyorum. O yıllarda Girne Kalesinde görev yapan askerlerden ölenlerle, salgın hastalıktan toplu halde ölenlerin gömüldükleri mezarlıkmış burası. Herhalde zamanında kent dışındaydı ama şimdi kentin göbeği… Benim gibi güneşli havadan yararlanmak isteyen yerli halk ve otobüslerden inen çok sayıda turistle çarşıya doğru yürüyorum. Yabancıların hayranlıkları beni gururlandırıyor. Bakın, ben bu ülkede yaşıyorum, der gibi kendimden emin yürüyorum.
Sağlı sollu dükkanlar… Renkli vitrinler, ucuzluk ilanları… Aheste beste yürüyorum. Sahi, belediyeye girip su faturasını ödeyeyim. ( Hemen, hocam niye otomatik ödeme talimatı vermiyorsunuz, dediğiniz duyar gibiyim. İyi de o zaman ben, kimlere merhaba, derim, çoktandır görmediğim tanıdıklarımı nerde bulurum? Değil mi ya…) İçeri giriyorum. Demet’le selamlaşıyoruz. Hocam kahve söyleyeyim, diyor. Teşekkür ediyorum. Niyetim Bandabuliya’da Kıbrıs’a özel ev yemeği yemek… Üstüne de bol köpüklü bir orta Con Efendi içeceğim. Aklıma gelmişken Gökay’ı arayıp günün yemeğini soruyorum. ( Gözünü sevdiğim cep telefonları… Bakın ne kolaylık… ) Bol etli kuru fasulye, bulgur pilavı, yoğurt ve turşu… Aman Allahım ağzımın suyu akıyor. Payımı ayırsın, gezip geleceğim diyorum.
Fincan satan bir mağazaya uğruyorum. İki tane alıyorum. Sahi siz benim fincan sevdamı bilmiyorsunuz. Evet, neredeyse koleksiyonum var. Ardından valizciye göz atıyorum, tam benlik küçük bir seyahat çantası… Almazsam olmaz. Başka gün gelir de bulamazsam, valla çok üzülürüm.
Limana inen daracık sokaklarda aheste yürüyorum. Her taş duvar, her eski ev, hatta taşların arasından fışkırmış otlar bile bakışlarımdan kaçamıyor. Kış uykusunda gibi görünen yazlık lokantaların bahçe kapılarından, sanki ilk kez görüyormuş gibi bakıyorum. Oysa hepsini neredeyse ezbere biliyorum. Caminin önünden aşağıya dönüyorum. Dik ve darca sokak bitiminden limana bakıyorum. Masmavi Akdeniz öyle mutlu görünüyor ki!... Hava açık… Bir ihtimal, akşam yemeği için müşteri çıkarsa diye, birkaç masa hazırlanıyor. Balık kokusu, denizin tuz kokusu bana kadar ulaşıyor.
Yolda rastladığım turistler (kendilerine o kadar benziyorum ki…) gülümsüyor ve günaydın, diyor.Derken, şapkacıma uğruyorum. Güzel bir yün bere alıyorum. Bej rengi, pantolonuma da tam uydu. Düz çizmelerime rağmen galiba biraz yoruldum. Üstelik acıktım da... Ara sokaklardan geçerek Bandabuliya’ya geliyorum.
Yapının 1878 İngiliz Sömürge Döneminde Belediye Sarayı olarak inşa edildiğini biliyorum. Daha sonra ilk pazar yeri olarak kullanılıyor. Önce tavan kısmı açıkmış ama zamanla örtülmüş. Uzun süre atıl vaziyette kalmış. Hatta bir ara zibil (çöp) yeri olarak da kullanılmış. Neyse ki şimdi oldukça bakımlı ve temiz.
Girişteki alanda hasır sandalyelerde kahve içip sohbet eden yaşlılar, yorgunluk atan turistler var. Küçük ağaçların dalları rüzgarda hafifçe sallanıyor. Binanın üç girişi var. Sağdakinden giriyorum. Taş bina dışarıya göre serince… Yazın bu fark daha da artıyor elbette… Burayı çok seviyorum. Yüksek tavanı, içindeki minicik hediye satan dükkanları ve bir tarafı boydan boya kaplayan hafifçe yüksekte kalan lokantası… Eski zaman sandalyeleri ve kanepeleriyle tam bir nostalji durağı… Duvarlarda eskiyi anımsatan fotoğraflar, resimler ve heykeller var. Ortada gemi modeli, canlı müzik yapılan bir bölüm var. Genellikle mimarlık ve tasarım bölümü öğrencileri, barın önündeki masaları doldurur. Kendi aralarında neşe dolu sohbetleri olur. Zaman zaman hocaları da yanlarında bulunur, bina ile ilgili açıklamalar ve çizimler yaparlar.
Keyifle yemeğimi yiyorum, üstüne de kahvemi içiyorum. Gazetelere şöyle bir göz atıyorum. Artık eve dönme vakti. Aynı yollardan park yerine dönüyorum. Güvercinlerin yanından geçiyorum, kaçmıyorlar. Güneş bahar havasında… Masmavi, bulutsuz gökyüzüne başımı kaldırıp şükrediyorum. Bu güzellikleri görebildiğim, tadına varabildiğim için. Tanrım, bu ülkeyi kötülüklerden, savaşlardan, iç çekişmelerden korusun… Çocuklarımıza, torunlarımıza huzur dolu yarınlar kısmet etsin…
GİRNE’DE AKŞAM
Işık yakamozları
Çığlık çığlık
Denize iner bulutlar
Tekneler uyuklar
Sırılsıklam ay
“ paydos” demeli ayrılıklara
Buram buram güzellikler varken… (1996, Girne)
AKŞAM
Gün battı
Beşparmaklar’ın ardından
Gecenin tülü
İniverdi limana
Hırçınlaştı deniz
Huysuzlaştı rüzgar
Cami minaresine
Gölgesi düştü kilisenin
Gecenin türküsü Girne Kalesinde
Sahilde ışıklar
Ölgün…
Sarı…
Kışın hüznü
Sarıverdi ortalığı… (1999, Girne)