Greentree II zirvesinden bu yana gerek Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve ekibinin, gerekse Kıbrıs’ta çözüm olmasa bile çözüme doğru ilerleniyormuş gibi yapılsın ve böylece Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerinde geliyormuş gibi görünen kriz ötelensin, ilişkilerde yeni bir heyecan sağlansın umudundaki İngiltere, Atlantik ötesindeki “dostlar” ve Türkiye’nin AB içerisindeki az sayıdaki dostları tam bir paradoks içerisinde Kıbrıs Türk taraf
ının ve Türkiye’nin “Birkaç ekstra adım atmasını” talep etmektedirler.
Hani 2008’den başlayarak her yıl “Bu yıl Kıbrıs yılı olacak” deniliyor, yani “Kıbrıs’ta çözüm yılına girdik” mesajları veriliyor ya hep, galiba bu kez 2012’den fazla bahsetmeden veya 2012 çözüm umudunu tamamen Kıbrıs Türklerine ve Ankara’da boş söz söyleme uzmanlarına bırakarak, doğrudan 2013’e geçiyoruz.
Şimdi hem “Çözüm yılı 2013 olabilir” denilecek, hem de Kıbrıs Türklerinden “Hadi birkaç ekstra adım daha atın, çözüme doğru ilerlensin” denilecek… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu gibi bir durum değil mi?
Greentree II zirvesi öncesinden bu yana bilhassa İngiltere Kıbrıs Türk tarafının riskli bulmakla birlikte çözüm yolunu açabileceği düşüncesiyle ısrarla talep etmekte olduğu çok taraflı Kıbrıs konferansının veya uluslararası konferansın toplanmasını desteklemekte idi. Perde arkasında İngiltere Annan Planı sürecinde olduğu gibi adadaki üslerinden önemli oranda toprak özverisinde bulunabileceğini, çözüme cömertçe katkılarda bulunabileceğini ve hatta bazı acı uzlaşılarda bilhassa Rum tarafının faturayı kendisine kesmesinden şikayet etmeyeceğini ihsas etmekteydi. Ancak, Greentree zirvesi, Rum tarafındaki siyasi durum, Türkiye-AB ilişkilerinde yavaşça çökmekte olan ağır kriz havası ve en önemlisi BM Genel Sekreteri ve ekibinin siyasi risk almakta çekingen davranmaları 2012’nin ikinci yarısını en z zararla kapatma stratejilerinin geliştirilmesi zorunluluğunu doğurdu.
Her ne kadar Ankara Kıbrıs Rum tarafının 1 Temmuz’da başlayacak AB Dönem Başkanlığı sırasında AB ile siyasi her türlü teması keseceğini, sadece teknik ilişkilerin devam edeceğini söylemekte ve 1 Temmuz’a kadar Kıbrıs’ta çözüm olmaz ise “B” planını yürürlüğe sokacağını iddia etmekteyse de, AB çevrelerinde Kıbrıs Rum dönem başkanlığında Türkiye-AB ilişkilerinin Fransa dönem başkanlığı döneminden daha kötü olamayacağı; “B” planının ise KKTC’ye uluslar arası tanınma istemi, iki ayrı devlet tezini savunma gibi öğelerden oluşmadığına inanılmakta.
Kısaca, “Türkiye bağırır, tehdit eder sonunda duruma razı olur, sesini keser oturur” yaklaşımı giderek daha hâkim olmaya başladı.
İşte yaşanmakta olan paradoksal durumun nedeni bu değerlendirmelerin bir harmanı…
Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Türkiye yetkilileri uzun zamandır ısrarla mevcut görüşme sürecinde Kıbrıs Rum tarafının AB dönem başkanlığının başlayacağı 1 Temmuz tarihine kadar bir anlaşma olmasının gerektiği, eğer o tarihe kadar çözüm olmazsa “Kıbrıs sorununun bugünkü müzakereler temelinde çözümlenemeyeceğinin kanıtlanmış olacağı” tezini savunmaktadırlar. Nitekim daha bu hafta İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi’nin 15 haftalık sertifika programı olan Siyaset Okulu’nda “Kıbrıs Müzakerelerinin Dünü, Bugünü” konulu konferans veren Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu gelinen durumu Kıbrıs Türk tarafının gördüğü şekliyle özetledi.
Eroğlu, “Bizim Kıbrıs Türk tarafı olarak bu müzakereci süreci konusundaki taahhütlerimiz hala geçerlidir ve çabamız başarılı olma yönündedir. Ancak bir noktada biz de kendi geleceğimizi düşünmek ve bu belirsizlik ortamında daha fazla sürüklenmek istemiyoruz… Kıbrıs sorunu 2012’nin ilk çeyreğinde çözülmesini, Rum liderle bir anlaşma imzalamayı ve bunu referanduma götürmeyi istemekteyiz… Kıbrıs sorununun daha da çıkmaza sürüklenmesi istenmiyor ise Rum tarafının tüm Kıbrıs adına Temmuz ayından itibaren Avrupa Birliği dönem başkanı olmaması gerekir...” dedi.
Sayın cumhurbaşkanı tabii ki olması gerekeni, beklentisini ortaya koydu. Ancak, real politik denilen canavar öyle “olması gerekenlerden” pek anlamıyor, çıkarlar her zaman daha önemli oluyor. Üstelik, Türk tarafı “ille de çözüm” veya “ille de uluslararası konferans çağrısı yapılsın” dedikçe, işte İngiltere ve diğer “çözüm arzusunda olan” veya “Türk tezlerine son zamanlarda daha sempatik bakan” ülkeler ve uluslararası görevliler hiç çekinmeden “Canım Rum tarafı siyasi durum, gelmekte olan AB dönem başkanlığı veya cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla adım atamıyor ise, bu sefer de siz adım atın. Onlar taviz veremiyor, siz bir adım daha atın… Hadi, şu çapraz oyu hiç olmazsa şartsız şurtsuz kabul edin, Hristofyas’a kaçacak imkân bırakmayın, konferans toplansın” diyebilmektedirler…
Rum tarafının çözüm istemediğini dünyaya gösterebilmek, teyit ettirebilmek ve Kıbrıs Türk halkının izolasyonunu ya Tayvan modeli ya da adada iki devlet modeli ile çözebilmek gelinen bu aşamada da Ankara’da siyasi kararlılık ve doğacak faturayı ödeme niyeti olmadan mümkün olmayacaktır. 1975 sonrasının her dönemecinde ısrarla adada bağımsız Türk varlığını resmen savunamayan, geçici tedbirlerle durumu geçiştiren Ankara’nın, mevcut uluslararası fiili güç dengesi dikkate alınırsa, siyasi riskler üstlenmesini beklemek gerçekçi bir davranış olmayacaktır. Diğer yandan beğenilsin, beğenilmesin mevcut Ankara yönetiminin gerek bölgesel gerekse uluslararası siyasette büyük etkiye ve güce sahip olduğunu da kabul etmek gerekir. Yine de mevcut emareler Ankara’nın böyle bir adımı atacağına işaret etmiyor.
Kısaca ister kabul edelim ister etmeyelim eğer Ankara adım atma ve bu adımın faturasına katlanma iradesine sahip değil ise, Kıbrıs görüşmeleri Mart sonrasında bir yıl süreyle, Şubat 2013’deki Kıbrıs Rum cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasına kadar, derin dondurucuya konulacaktır.
Yok biz biraz daha taviz verelim zorlayalım diyor isek, bilelim ki bir sonuç elde etmemiz mümkün değildir, Mart 2013’e o verdiğimiz taviz temelinden başlarız, o taviz de boşa gider…
Durum bu…