15 Nisan Pazar günü, yanıma Şebnem’i alıp yola koyuluyorum. Benimle gelir misin, deyince, seve seve kabul ediyor. Onunla bir yılı tamamlayan bir komşuluk ve dostluk ilişkimiz var. Ben, size ve yaşamınıza saygı duyan, sizi anlayan dostlarınız hep etrafınızda olmalı, derim. Biz, onlarla çoğalıyoruz çünkü… Bu konuda hep, çok şanslı olduğumu düşünürüm. Hayatımda olanlarla dostluğum ta 37 yıl önceye dayanıyor. Doğru seçimlerimden kaynaklanıyor elbette. Zaman zaman, binde bir yanıldığım da olmaz değil. O zaman, yavaşça o insanlardan uzaklaşırım. Merhabalarım bitmez ama mesafeler koyarım; kendimi koruma adına… Yaşam böyle bir şey… Onu anlar ve kurallar koyarak yaşarsanız zarar görmüyorsunuz.
Hafta sonu değişikliği… İkimiz de çok heyecanlıyız. O, daha önce hiç gitmediği bir köyü görecek. Yanımda bıcır bıcır konuşuyor, gözlerinin içi gülüyor; bense farklı bir heyecan yaşıyorum, çünkü 13. Kitabım “ BU DÜNYA SİZİN”le bir festivale katılacağım. Elbette,” Sevmeye 5 Kala” ve “Adı Sevmekle Başlasın” da yanımda… Onlardan elimde fazla kalmadı. Kitaplarıma gösterilen ilgiden son derece mutluyum. Bizim okur kitlemizde, alışkanlık yaparsanız sizden hiç vazgeçmezler. Bir de daha önce kitaplarınız onlarda varsa, yenilerini de mutlaka alırlar. Benim aslında öğretmen olmam çok etkili oluyor. Öğrencilerim, sağ olsunlar, her kitabımdan beşer onar alıyor sonra da benim ulaşamadığım arkadaşlarına hediye veriyor.
İki hafta önce sevgili arkadaşım Mehmet Davulcu, beni arayıp festivalle ilgili bilgi verip davet etmişti. Genellikle sosyal ve sanat içerikli davetlere sıcak bakarım. Zaman açısından bir sıkıntım yoksa, programım uygunsa mutlaka giderim. Daha önce de Vadili Kültür Sanat Festivaline katılmıştım. Yazarların, ressamların, gazeteci ve tiyatro sanatçılarının, müziğe emek verenlerin köyde yaşayanlarla kaynaşması anlamına da geliyor elbette. Onlara katılmak, yaşadıkları yerlerde onlarla buluşmak son derece keyifli oluyor. Zaten bizim köy insanımızın şehirde yaşayandan pek farkı yok. Evler son derece modern, kendileri de… Hatta bu doğal ortamda yaşamalarına imreniyorsunuz.
Güzel bir gün… Tarlalar yavaş yavaş yeşilden sarıya dönmeye başlamış bile. Olsun, ben Kıbrıs’ın her halini seviyorum. Yol kenarlarını papatyalar ve gelincikler süslüyor; bir de adını bilmediğim ama pek sevdiğim çiçekli otlar var. Görüntüsü, Gönyeli Barajı kenarındaki ılgın ağaçlarının çiçeklerini hatırlatıyor nedense…
Havaalanı yoncasını geçiyoruz. Daha önce de gittim ama Lefkoşa- Kalavaç arası kaç kilometre, doğrusu bilmiyorum. Geçen yıllarda AB proje kapsamında bayağı güzel çalışmalar yapılmış, köyün çehresi değişmişti.
Köye girerken, yolda Mehmet Davulcu’ya rastlıyoruz. İyi bir ev sahibi o. Ayrıntılı bilgiler veriyor. Kahvaltı için kahvede buluşmamızı öneriyor. Yanımızdan geçen her araç duruyor, onlarla konuşup şakalaşıyor. Köy meydanını geçiyoruz, sola dönüp uygun bir yere arabamızı park ediyoruz. Bizi her gören, günaydın, hoş geldiniz, diyor. İşte benim insanım bu, diyorum… Ben, bu coğrafyayı onun için çok seviyorum.
Köyün sokakları rengarenk görüntülerle, minik tezgahlarla, gülümseyen köy halkı ile çok şirin bir tablo oluşturuyor. Köyü tanıtan gazeteler duvarlara sestaların içine konarak asılmış. İlginç eşyalar, otantik objeler iplerle önünüze iniveriyor. Bilmem kaç yıl önce, (galiba 50-60 yıl) giyilmiş bir potinle burun buruna geliveriyorsunuz. Ardından ortalığı sarmış mis gibi ekmek, çörek, hellimli- zeytinli kokuları… Kavanozlarda hellimler, çakıstezler ve macunlar… Çocuklar gibi mutlu oluyorsunuz. Öyle ya çocukluğunuz aklınıza geliveriyor hemen…
Sabah saat 9.30… Meydan yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Kahvede kahvaltı yapanlar var. Bize ayrılan yeri buluyoruz. Köy muhtarı Ömer Meraklı ile tanışıyoruz. Gerçekten tv. de gördüğüm kadar ilginç bir tip, kocaman bıyıkları ile bana Hüseyin Baradan isimli film artistini hatırlatıyor… Hep gülen yüzü ve kalın sesiyle, her an her yerde…
Hemen masa ve sandalyelerimiz veriliyor. Örtümüzü yayıyoruz, kitapları diziyoruz ve imza günü posterimizi asıyoruz. Kocaman, içi pembe papatyalarla dolu vazomuzla köşemiz harika görünüyor. Şimdi çevremizi oturduğumuz yerden daha rahat izleyebiliriz. Muhtar ve görevli hanımlar bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını soruyorlar. Herkes hizmet yarışında…
Derken kahvaltılık olarak hazırlanan kutular ikram ediliyor. Hemen kahveye gidiyoruz, çaylarımızı söyleyip yemeye başlıyoruz börek, pilavuna, zeytinliden… Yabancılar da ilgi gösteriyor. Bazı kanallardan çekime gelenler var. ADA tv. de orada… Sağımızdan solumuzdan geçenler, tanıdıklar bol. El sıkışıyoruz, sarılıp öpüşüyoruz, hal hatır soruyoruz. Öyle eğlenceli ki!
Kahvaltı sonrası, yerimize gitmeden, ortalık kalabalıklaşmadan şöyle bir gezelim, diyoruz. İyi de yapıyoruz, daha sonra mümkün olmuyor çünkü. Önce Kalavaç Kültür Derneği Binasına gidiyoruz. Nilgün Hanımla tanışıyoruz. O, çok içten davranıyor. Beni tv. den tanıyor. Onlarla söyleşi yapmamı istiyor. Elbette, seve seve… Dernek binası da Nilgün hanımınmış, zaten. Harika düzenlenmiş, tipik Kıbrıs köy evi… Eski eşyalar, eski zaman giysileri, hatta bir de gelinlik var. Seyfollar, aynalı dolaplar, raflar, toprak testiler, el işlemeleri, örtüler ve fotoğraflardan oluşan bir küçük müze sanki… Fotoğraflar çekiyoruz, yavaş yavaş konukların akını başlıyor.
Her sokakta kurulu tezgahlardan gözünüzü alamıyorsunuz. İncik boncuklar, Lefkara ve koza işleri, nazar boncuklu çalı süpürgeleri, minik hatıra eşyaları… Biz de bugünün anısına iki tane nazar boncuklu çalı süpürge alıyoruz. Sokaklara dalıp hızlı hızlı geziyoruz. Köyün üst tarafında, geniş bir alan kutlamalar ve etkinlik için hazırlanmış. Müzikler çalınıyor, davul ve zurna hazırlık yapıyor. Folklor ekibi yerini almaya çalışıyor.
Derken birden kalabalık artıyor… Büyükelçi M. Akça, Maliye Bakanı Tatar, yanında mimar Ezcan Özsoy (öğrencim) birkaç milletvekili, onlara eşlik eden bir sürü görevli ve vatandaş… Demek ki açılış töreni başlıyor… Her geçen hatır soruyor, kitaplara bakıyor ve imza alıyor… Bir ara Beyköylü Mehmet Bozkaya geliyor. Programımı izlerken torunlarına, beni gösterdiğini anlatıyor. Seviniyorum, mutlu oluyorum. Önümden geçen herkes beni gösterip yanındaki ile tanıştırıyor. Kahvelerini içerken beni nasıl keyifle izlediklerini anlatıyorlar. Köye tekrar gelip onlarla sohbet etmemi istiyorlar. Hiç kırar mıyım? Telefon edin, hemen gelirim diyorum. Bu kadar güzel ilgi, içten sevgi beni duygulandırıyor.
Kalavaç Köyü, Beşparmak dağlarının yamacına yerleşmiş. Toprak kuru ve engebeli bir arazi… Biraz meyve ağacı da var. Gıdaklayan tavuk sesleri bize kadar ulaşıyor. Bol bol zeytin ağaçları görüyorum, köyün bir başka ucunda yağ fabrikası var. Tepelerde kendi kendine otlayan keçi ve koyunlar göze çarpıyor. Belli ki köy halkı zeytinciliğin yanı sıra, hayvancılıkla karın doyuruyor. 2006 sayımına göre nüfus 248… Bence hiç de öyle değil… Nüfus ikiye katlanmış görünüyor. Burası, eski Türk köylerinden biri… Osmanlı zamanında Kıbrıs’a sürgün gönderilen 3 külhanbey tarafından kurulmuş. Denizden yüksekliği yani rakım 143 m.
Bir ara yine yerimden kalkıyorum. Sokaklarda gezerken bir koza işleri tezgahının başında yıllar önce okuttuğum, köy muhtarının kız kardeşi Sonay’a rastlıyoruz. Elbette o beni hatırlıyor. Benim onu hatırlamam mümkün değil. Ara sokakların birinde eski bir yapıya rastlıyoruz. Kapısında GURU İMAMIN EVİ yazıyor.İçeri diriyoruz hemen. 300 yıllık bir ev… Temiz, bakımlı… NİYAL Hanım’ın dedesinin babasına ait bir ev… Niyal Hanım, mis gibi kokan saç böreği yapıyor, oğlu da tavada çeviriyor. Hemen sıcak sıcak yemeye başlıyoruz. Niyal Hanımın torunlarından birini de okutmuşum, annesi tanıyor beni… Daha sonra anne Mehtap Hanım, üşenmeyip benimle geliyor, kitaplarımdan alıp kızları Nihal ve Havva için imzalatıyor.
Eski evin verandası doluyor. Kalkalım da gelenlere de yer kalsın derken, LTL’den öğrencim (Bankacı) Emine görünüyor, iki kızıyla sarmaş dolaş oluyoruz. Devre arkadaşı Gülseren’le de demin buluştuk. Fotoğraf sanatçısı Mustafa Erkan’ın eşi… Mustafa pek çok pozumu yakalıyor. Güzel çıkarlarsa gelecek kitabın kapağına koyarız, deyip gülüşüyoruz. Öğretmenliğin gözünü seveyim… Ne kadar mutluyum. Her gelen tv. den beni tanıyor ve büyük bir sevgi gösteriyor. Programlar üzerine yorumlar yapıyorlar. İşinizi, yapabileceğinizin en iyisi olarak sergilerseniz, beğeni kazanmanız işten değil… Elbette ben başarımda yalnız değilim. Kameramanlar, ses ve ışıkçılar, kayıt odasındaki çocuklarım var. Emeğime en büyük katkıyı koyan sevgili Murat BODUR var, o ve Ekrem bence montaj sanatçıları… Onlara ne kadar teşekkür etsem azdır. Her güzel iş, sanat ister ve gönülden sevgive emek ister… Özveri gerektirir.
Neyse yerimize dönmeliyiz, kitapları kimsesiz bıraktık. Derken kalabalık iyice artıyor. Artık masa başında kitap imzalatanlar, eski tanıdıklar, sanatçı arkadaşlar… Bir ara üniversite öğrencileri etrafımızı alıyor. YDÜ mimarlık öğrencileri… Alper Taner, Ozan, Osman, Tuba, Zeynep, Latif, Tuğçe, Nida ve Damla… Tatlı bir sohbet başlıyor, biraz aşk, biraz yaşamak üzerine. “ Farkındalık” söyleşilerimden söz ediyorum. Hep bir ağızdan bize de gelin, diyorlar. Durmadan fotoğraf çekiyorlar. Organizeyi yapanlar, sağ olsunlar akıl edip gölgelikler yapmışlar bize… Yol kenarlarındaki iplere, çöp için naylon torbalar asılmış… Festival ilk olmasına karşın gayet iyi bence. Ufak tefek eksiklikler olabilir ama onlar da zamanla giderilir. İyi niyetle yapılan her iş zamanla mükemmelleşir.
Tatlı bir şamata… Çocuk sesleri… Alışverişler… İçten gelen kahkahalar ve aydınlık yüzler… Akın akın gelen insanlar… Hoş, çok hoş bence… Bir hafta sonunda güzel bir birliktelik… Belki de birbirlerini çoktandır görmeyen insanların kucaklaşmalarına vesile olan bir buluşma…
İki arada bir derede muhtarın odasında tiyatro sanatçısı arkadaşlarım Yaşar Ersoy ve Osman Alkaş’la buluşuyoruz. Onlarla fotoğraf çektiriyoruz, şakalaşıyoruz. Osman Beyle “ ÖYLE BİR GEÇER Kİ ZAMAN Kİ” dizisinden övgüyle söz ediyoruz. O, dizideki karakteri son derece mükemmel oynuyor. Ardından bir nefeste yukarı çıkıp Değirmenlik Belediyesine ait folklor ekibini izliyoruz. Gençlere bayılıyorum. Tepeden bakınca, köyün tüm arazilerinin, yüzlerce arabayla dolduğunu görüyoruz. Elbette günlük güneşlik bu hava kaçmaz… Dönüşte çakıstez ve çilek alıyoruz.
Artık yavaş yavaş toparlanmalı… Öğleden sonra dört suları… Masa ve sandalyeleri aldığımız yere bırakıyoruz. Muhtara ve çevresindekilere veda ediyoruz. Köy defterine festivalle ilgili duygularımızı yazıyoruz. Araba kalabalığından güç bela sıyrılıp yola koyuluyoruz. Yorgun ama çoook mutluyum. Benim insanımla olmak, uzun zamandır görmediklerimle merhabalaşmak, bana, inanılmaz bir enerji veriyor.
Toplumlar, kaynaştıkça, el ele verdikçe bir güç oluşturabilirler. Kederde ve sevinçte ortak olabilmek, yüzümüzü güldürecektir. Buna ta yüreğimin en derininden inanıyorum. Festivale emek veren tüm köy halkına, uzaklardan gelerek festivale can katan sizlere çok teşekkür ediyorum. Nice yıllara diyorum, nice yıllara…