Ne güzel demişler. Suya yazı yazmak diye. Ne kadar üzücü, en azından ben, oldukça üzülüyorum. Kıbrıs ta bir dünya değerli kalem, saygın düşünür hergün gazetelere neler yazmıyorlar ki? Ya yapılan onca araştırma, bilimsel çalışma ? Hepsi sonunda bir tomar kağıt oluyor sanki!
Niye?
Bir avuç otorite. Her pahasına gücü tutma saplantısı. Gerçekleri görmeyen, görmek istemeyen bir avuç güç. Kesinlikle kendi bilgi eksikliklerinden korkan, ne kadar çıplak olduklarını saklayabildiklerini sanan ya da çıplak dahi olsalar bir gün daha kral kalmayı yeğleyen bir avuç güç ama hem karar veren hem uygulayan hem de ellerindeki deynekçi güçlerle zor kullanan basit bir güç.
Nasıl yazarsın bu koşullarda?
Elin kalem tutarsa yazarsın! Ağzın laf yaparsa konuşursun! Dizlerinde derman varsa yürürsün. Yazmak her zaman önemli, bir tomardan öteye gitmese de yazılanlar. Suda yazılmış gibi kalsalarda. Yazmak düşünmektir,düşünmek üretmek, üretmek gelişmek, gelişmek de insan olamanın temel özelliğidir!
Gazeteciliğin önemli bir koludur köşe yazarı. Ne yapar yapar üç beş yüz kelime ile neler anlatır neler. Hergün bu tekrarlanır. Takdir etmemek elde değil , hergün başka yazı, başka konu.
Değerli okuyucular,
Bu köşede çözümleri değerlendireceğiz . Kendi ülkemizden, dünyadan değerlendirdiğimiz konu ile ilgili görüşleri aktaracağız. Ülkemizde ‘basın etiği’de suda yazılmış gibi ama bu köşe basın, yayın etiğine, kişilere ve kurumlara saygı ilkelerine değer verecek . Okuyuculardan gelen öneriler ve yorumlar, bilgiler ve uyarılar önemsenecek.
Niye sorunlar çözülemiyor? Niye giderek daha da içinden çıkılmaz girdaplara dönüşüyor en temel prosedürler bile. KKTCde içinden çıkılmaz bir labirente dönüştü. Seçilenler, atananlar, muhalefet, Meslek Örgütleri, Sivil Toplum Örgütleri çözümleri üretemiyorlar? Her konunun, her sorunun kendine özel dinamikleri var, bu gerçek ama mutlaka tüm başarısızlıkların paylaştığı ortak nedenler olmalı.
Her gün yeni bir sorunla yeni kayıplar yaşatılıyor hepimize. Önümüzdeki günlerde bizi planlanmış kayıplar bekliyor. Hem de ciddi maddi kayıplar. Herkesimin elinden cebinden varlıklar alınıp birilerine aktarılacak, hem de kılıfı da yasa! Halbuki ne kitaba uyar ne hakka ne de hukuka. Sözde özelleştirme diye, yasaya da sığınarak bakanlık gizli kapaklı ön değerlendirme yapıp, bu değerlendirmeyi açıklamadan duyurmadan ihale, pazarlık,görüşme yöntemi (!) ile kamu kurum ve devlet mülkleri satılacak. Açıklık, şeffaflık, hesap verebilirlilik yasada yok! Doğru yanlış, gizli saklı değerlendiren de,sözde ihaleyi veya satışı yapanda aynı bakanlık, aynı kurum. Malı sattıktan sonra açıklayacaklarmış ön değerlendirmeyi......
Özelleştirmelerin yaygınlaştığı 1980 lerde bile bu kadar iptidai ve suistimalle uygun yasa veya uygulama görülmedi ! Belli bir süre (1992-2004) Doğu Avrupa , Asya, Yeni Zelanda ve Avustralya da Özelleştirmenin değişik paydaşları ile çalışarak, yasanın nasıl geliştirildiğini, şeffaflığın ve denetimin boyutlarının nerelere geldiğini izleme fırsatlarına sahip oldum. Özelleştirme de satış sonrası süreci kontrol eden, sözleşmenin şartlarını takip eden ciddi yapılara gereksinim var. Aksi takdirde mal kapanın elinde kalır. Bizim özelleştirmeciler bugüne kadar yaptıkları satışların (hem de yasa falan yokken) hangisinin sözleşmesini halka açıkladılar? Özelleştirilen varlıkların değerlendirmesini nasıl yaptıklarını, bu değerlendirme rakamının ne kadar olduğunu , sözleşmedeki rakamlar ne zaman ödendi ğini niye açıklamıyorlar?
Ne yazık ki yasalarımız ve mahkeme uygulamaları kamu kurumlarına hesap sormanın önünü tıkıyor! Ama kamu sorumluluğunda geriye dönük hesap sorma olanağı var, bir gün bu kısır döngü aşılır ve kimbilir kimler ne hesaplar verir...