
Zaman zaman dalıp dalıp gidiyorum uzaklara çok uzaklara dünyanın dört bir kıtasına. Merak ediyorum dünyayı, evreni, gelmiş geçmişve gelecek hayatları. Bu
meraklarımın içerisinde beni en çok etkileyen Osmanlı İmparatorluğu o döneme ait yaşamlar padişahlar, sultanlar, cariyeler, mimarlar, nakkaşlar, mehter takımları,
yeniçeriler ve kullanılan eşyalar. Özellikle cumbalı evleri, konakları.. Kadınlar minderlerde oturur karşı komşuları ile sohbet ederler ve gelen gideni seyrederlerdi.
Zaman zaman kendi aralarında ud fasılları yaparlar sabahlara kadar eğlenirlerdi. Giydikleri giysiler rengarenk Bursa'da yetişen saf ipek ve satenden oluşurdu.
Kullandıkları elmaslar paha biçilmez takılardı. Kendi aralarında korkunç bir dayanışma vardı. Güzellikle oluşan efsane çeşmelerden akan suların tadına doyum olmazdı.
Yine o döneme ait pişirilen yemekler, tatlılar, içecekler ah o şerbetler binbir derde deva boza içeceği ister sade ister içine beyaz leblebi koyar içersiniz.
Satıcıların sırtında kocaman bir irmik boza 'bozacı geldi' diye bağırırlardı. İki genç birbirlerini beğendiklerinde ellerinde mendillerle mesajlaşırlardı. Mendil deyip
geçmeyin el oyası saf ipekten yapılırdı. Mis gibi gülsuyu kokuyordu. Kullanılan kokular saf gül yağı şimdilerde küçücük bir şişesi dünyanın parası.
İstanbul Sultanahmet, Bebek, Beyoğlu, Taksim yüreğimde bir başkadır.Hiç aklımda olmayan çok güzel bir ziyaretim oldu İstanbul'a. İlk gün Sultanahmet'ti, Karış
karış gezdik, sayısız kalabalığın içinde kaybolduk. Dünya'nın nabzı Sultanahmet'te atıyor. Tarihi eserleri ile surları, konakları, ara sokakları o güne ait
aksesuarlar, takılar, halılar onlarca model gerçek deriden yapılan bayan çantaları Sultanahmet'e gelipde asırlık Sultanahmet köftesi yemeden ayrılmak olmaz. Birde
yanında piyaz, salata, irmik helvası ve hemen ilerisinde Sultanahmet kahvesi içmemek olmaz. Sultanahmet Cami'sini, Dikilitaş'ı, Topkapı Sarayı'nı anlatmakla olmuyor.
İstanbul Türkiye'nin değil Dünya'nın en güzel şehridir. Asya ile Avrupa'nın üzerine yerleşen biricik kent İstanbul ortasından geçen İstanbul Boğazı baktığınız zaman
Asya ile Avrupa birbirlerine bakıp bakıp öpüşecekmiş gibi duruyorlar, boğazın sularını içine içine çekerler. İki büyük Dünya İmparatorluğu'na ikibin yıla yakın
başkentlik yapmış tek ve biricik kent. Bu anlamlı mucizevi kent sadece Türkiye'yi güzelleştirmiyor. Bütün kocamış, yaşlanmış dünyamızı güzelleştiriyor. İçinde Dünyada
olmayan en ilginç ve sırlarla yüklü bir tarih hazinesi barındırıyor. Günümüzde en büyük tarih, kültür, ticaretve iş metropollerinden sayılan İstanbu, Lygos adında bir
balıkçı köyü olarak bilinirdi. İ.Ö. VII yüzyılda ise Ege'de Megare ülkesinden ve Byzas atlı bir komutanın yönetimindeki bir grup denizci yöreye yerleşti ve kente
ölümünden sonra liderlerinin adını verdiler. O yıllarda Bizanslılar kurmuş oldukları büyük uygarlıklarını İstanbul üzerine odaklandılar ve İç Anadolu'ya taşıdılar. Ta
ki 1453 yılında Türkler tarafından fethedildikten sonra (Genç Sultan II. Mehmet) günümüze kadar acısı ile tatlısı ile İstanbul Dünya'nın nabzı oldu. O döneme ait
mimarlar yapmış oldukları her bir yapıtı nakış nakış işlediler. Özellikle Sultan Ahmet Cami'si ne seyre ne görmeye ne de içinde dua etmeye doyum olmaz. 14. Padişah
(Sultan I. Ahmet) Manisa 18 Nisan 1590 - İstanbul, 22 Kasım 1617 Saltanatı21/22 Aralık 1603 - 22 Kasım 1617 III. Mehmed ile Haseki Handan Sultan'ın oğludur. Handan
Sultan'ın Milliyeti bilinmiyor Sultan I Ahmed'in. Şiirlerinde Bahti ve Ahmed mahlaslarını kullanmıştır. İstanbul'a kazandırdığı büyük eseri önceleri Ahmediye günümüzde
ise Sultan Ahmet Cami olarak anılan ve Süleymaniye'den sonra kentin en büyük ve sanatsal selatin yapıtı olan külliyedir. Türklerin Atmeydanı adını verdikleri Bizans
Hipodromuda günümüzde bu padişahın adını (Sultanahmet Meydanı) taşımaktadır.
Mimar Mehmet Ağa Sedefkarı
(1606-1618? 1622?)
Kanuni Sultan Süleyman zamanında H. 970 (1562/63) yılında Rumeli'den devşirme acemi oğlanı olarak getirilmi olan Mehmed Ağa'nın doğum yeri, tarihi ve devşirme
olmadan önceki kişiliği hakkında kesin bir belge yoktur. Kalkandelenli olduğunu ileri sürenlerin yanında Arnavutluk/İlbasanlı olduğu daha kuvvetli bir ihtimal olaraka
kabul görmektedir. Mimarbaşı olmadan önce H. 1006 (1597/98) tarihinde su nazrı olarak sekiz yıl görev yapmış olan Mehmet Ağa, H. 8 Cemaziyelahır 1015 (11 Ekim 1606)
tarihinde mimar başı olarak göreve tayin edilmiştir. Mimar Ahmed Ağa'nın bu görevini hangi yıla kadar devam ettirdiğini kesin olarak bilemiyoruz. Ölüm tarihi içinde
farklı görüşler olmasına rağmen bunlarda yeterli derecede kuvvetli kaynağa dayanmamaktadır. Hafız Hüseyin Ayvan Sarayı bir eserinde Mehmed Ağa'nın Sultan Ahmed
Cami'nin inşaasını tamamladıktan sonra, padişahın emri ile vezirlik payesi aldığını ve H. 1027 (1618) tarihinde de vefat ederek Üsküdar'a defnedildiğini belirtmektedir.
Bu bilgileri noktası virgülüne dokunmadan Sultanahmet Camiisinden elde ettim. İstanbul inanılmaz güzeldir. Sadece Türkiye'nin birçok yerinden gelen göçmenler
ne büyük acıdır ki gelmiş geçmiş hükümetler çarpık yerleşimi engelleyemediler. Göz kirliliği korkunç boyutlara ulaştı. Sağlıklı olmayan adını koyamadığım taş yığınları
bu konuda halkın ne yazık ki hiçbir suçu yoktur. Fakir fukara ekmeğinin peşinde kendi köyünde, kasabasında aş yoksa ne yapsın kulaktan dolma yalan yanlış duyumlar
söylemlerle İstanbul'un taşı toprağı altındır diye yola çıkmaz mı? Efsaneye göre Haliç Denizi'nin derinliklerinde Bizans Dönemi'nde kalma sayısız paha biçilmez
altınlar yatmaktadır. Taşı toprağı altın dedikleri çok doğru Yedi Tepe'den oluşan İstanbul bir şiir gibi mısra mısra süzülür yüreklere ilmek ilmek işlenir ruhlara.
Sizi seviyorum