Siyasette doğru ne?

Siyasette doğru ne? O kadar zor bir soru ki bu. Siyaset matematik değil; iki ile iki toplanınca her zaman dört etmez.

Siyasette doğru ne? O kadar zor bir soru ki bu. Siyaset matematik değil; iki ile iki toplanınca her zaman dört etmez. Siyaset bölme işlemi de değil, biri ikiye bölünce iki yarım olmaz; bazen iki tane bir, bazen bir tane bir veya daha büyüğü ama ikici parça kocaman bir hiç oluverir…

Vefa, sadakat, liyakat… Geç kardeşim geç, siyaset edebiyat değil ki bir kelimeyi alıp antoloji yazasın, içinden roman, şiir külliyatı çıkarasın…
Siyaset bir algı oyunu. Gerçek elbette ki önemli ama “Gerçek mi önemli milletin gerçeği algılayış şekli mi?” diye soracak olsanız, tereddüt etmem, “Tabii ki algı her zaman gerçekten önemli” derim.
Üstelik sadece siyasette değil, diplomaside de öyle, sosyolojide de…
“Niyet varsa yolu bulunur” sözü sadece siyaset için mi geçerlidir? Bir düşünün? Uysa da hukuka, kurala, geleneğe, göreneğe, eğer varsa niyet, bulunur elbette mantıklı ve tabii ki yasaya, hukuka, geleneğe, göreneğe uygun bir çözüm yolu. Siyasetin, diplomasinin belki de önemli olmasının sebeplerinden birisi bu…

Kamuoyu, halkın bir konudaki görüşü, toplumda bir konunun algılamış şekli elbette çok önemli… Gerçeğe uysa da, tam bir tezat içinde de olsa kamuoyunun dediği, düşündüğü, konuyu nasıl algıladığı önemli.

“Demokrasinin cilvesi” diyeceksiniz belki… Doğru, demokrasinin cilvesi ama demokrasi olmayan toplumlarda halkın ne dediğinin, gelişmeleri nasıl algıladığının hiç mi önemi yok? Bakın totaliter rejimler nasıl ömrünü doldurup yıkılıyor. Tabii, “Destekle diktatörü, şeyhi, şahı, emiri falan filanı, soy ülkelerin doğal kaynaklarını” anlayışının “Demokrasi en kolay manipüle edilen rejimdir dolayısıyla kaynağı olan tüm toprakların bizim çıkarımıza göre siyasetinin devşirilmesine imkân verecek bir rejime, demokrasiye kavuşması çıkarımızadır” anlayışıyla değiştirilmesinin gelişmelerdeki rolü inkar edilemez. Edilemez de, sadece dış faktörle olmaz bu işler, içte de dinamiklerin, algının değişmesi, alıcıların açık olması gerekir.

Şimdi, mesela, 2004 referandumunu tekrar yapsak Kıbrıs Türk halkı %65 falan “Evet” der mi Annan Planına? Mümkün mü? Hâlbuki aynı halk değil miydi meydanları “Yes be Annem” diye inleten, Nisan 2004’de çözüm için fedakârlığa hazırım deyip “Evet” diyen? Ne değişti?

Aslında normale dönüldü, değişim o zamanlardan önce, toplum mühendisliğiyle toplum devşirilerek, sunulanın en iyisi olduğuna inandırılarak, dergilerden kesilen villa resimleriyle “Aha bu evler dağıtılacak çözümle tekrar göçmen olacaklara” diye kandırılmış ve hatta Türkiye’ye dönecek yerleşiklere de kişi başına 10,000 dolar falan vaat edilmemiş miydi evetleri karşılığında?

Demokrasi iyi rejimdir, güçlü olana, parası olana daha fazla parası ve imkanları olana toplumu veya istenilen toplum kesimini kolayca manipüle etme imkanı verir. Karşı olduğumdan falan söylemiyorum bunları; daha iyi rejim maalesef henüz bulunmadı ama durum tespiti yapmakta da yarar var.

2004’de dünya Kıbrıs Türk halkını sunulan bir planın Kıbrıs Türk halkı için en iyi imkânı içerdiğine, çözüm için özveride bulunması gerektiğine inandırdı. O plan eksikti. Uygulansaydı belki bugün daha büyük sorunlar çıkabilirdi. Belki de Kıbrıs sorunu tarihe gömülür, Türkiye’nin boynundaki Kıbrıs boyunduruğu kalkar, yeni ufuklara yelken açılırdı… Olmadı. Toplum mühendisleri Kıbrıs Türk halkında “bu bizim lehimize” algısı yaratmaya o kadar yoğunlaştılar ki, Kıbrıs um tarafının da oyuna ihtiyaç duyulduğunu, orada da algı yaratılması gerektiğini unuttular, plan çöktü.

Bir kesim hala daha “felaket planı Rumlar sayesinde def edildi” dese de önemli bir çözüm fırsatı heba oldu belki de. Nitekim tüm gayretlere rağmen bırakın Nisan 2004 referandumları öncesi umudu, referandum sonrası “yakın zamanda bazı düzeltmelerle oy tekrarı yapılır, durum halledilir” beklentileri de artık yok. Yıllarca süren yeni “Kıbrıslılar tarafından Kıbrıs için çözüm” çabası da tam bir fiyasko.
Kimse kıvırtmasın, “Biz şu kadar yaklaşım belgesi yapmıştık, görev değişikliği oldu her şey heba oldu” falan demesin, özde bir arpa boyu yol alınmadı, alınamadı… Niye? Ne dün çözüm için görüşme görevini yürütenler, ne de bugün elini taşın altına koyanlar hatalı… Durum basit, Rum tarafı çözüm istemiyor da ondan.

Neyse, konumuz bu da değil esasında…
Dün Ulusal Birlik Partisi kongresini izlerken bunları düşünüyordum. O kadar emek ve yıllarca hizmetten sonra ancak serzeniş yaptıktan sonra Derviş Eroğlu’nun resmi salona asılabildi… A’dan Z’ye organizasyonla ilgilenenlerin tümüne koca bir “Yuh”. O saatte poster assanız ne olur, asmasanız ne olur. Vefa size göre İstanbul’da sadece bir semt imiş.
Kim kazandı? Hikâyeyi bir tarafa bırakıp, konunun özünü aktaralım: Ankara’daki ilahlar karar vermiş. En büyüğünden en küçüğüne Kıbrıs’taki uzantılar tüm gayretleriyle devşirme, algı yaratma, toplum mühendisliği görevlerini başarıyla üslenmişler. Eeeh, nihayette para musluğu da onların elinde. Bakın, yeni istihdamlar yapılmakta… Maaş artışları falan yolda şimdi, hâlbuki daha dün maaşların yüksekliğinden bahsedilip, millet önünde başbakanın maaşı sorulup küçük düşürülmüyor muydu?

Peki kim kazandı, kim kaybetti? İrsen Küçük mü, Ahmet Kaşif mi yoksa Derviş Eroğlu mu?

Yook… Yoook… Hiç biri kazanmadı… Hepsi kaybetti… Sadece onlar değil, Kıbrıs Türk halkı tümden kaybetti.

Kazanan? Siz bilirsiniz; gayet iyi bilirsiniz… Bilmiyor iseniz “bakmayı” boş verip azıcık “görmeyi” tercih edin, göreceksiniz…
Bu haber 1852 defa okunmuştur

:

:

:

: