Lefkoşa’nın çöp sorunu, keyfi yönetim ve hatta Ulusal Birlik Partisi’nin içerisinde bulunduğu keşmekeş çok önemli konular… Bu konuları enine boyuna yazıyor diğer meslektaşlar, gelin biz bu hafta hemen herkesin görmezden gelmeye çalıştığı bir konuya, 66 hapishanede 683 mahkumun artık kritik eşiği aşmaya başlamış ölüm orucuna değinelim…
Öncelikle, ölüm orucu nedir? Elbette ölüm orucunu destekleyecek veya herhangi birisine tavsiye edecek değilim. Bence yapılabilecek en kötü eylemlerden birisi. Ama “reddetme” veya “görmezden gelme” yaklaşımı yerine, anlamaya çalışmak, empati kurmaya gayret göstermek lazım. Tarih öncesi zamanlardan bu yana mağdurların canlarını ortaya koyarak mağrurların vicdanına ulaşmayı, mağrurları kendi vicdanında mahkum ettirmeye çalışan bu eylem tarzı elbette ki insanın en son savunma başvurusudur. Öyle bir savunma başvurusu ki kendi hayatını ortaya koyarak kendinden sonra geleceklerin, toplumun veya her ne ise o eylemin sebebi o konuda rahatlama, ilerleme, eskilerin deyimiyle inkişaf sağlamayı hedef almakta.
Bu eylemlerdeki amaç, hemen her zaman, kendi hayatını ortaya koyarak karşı taraftaki “mağrurun” vicdanına ulaşabilmeyi ve mağruru kendi vicdanında mahkum ettirerek arzulanan kişisel yaşam koşullarının iyileştirilmesinden tutun siyasi, ekonomik, sosyal veya her ne ise birçok toplumsal hedeflere ulaşılmasıdır.
Elbette her ölüm orucu ille de ölümle sonuçlanmak durumunda değil. Amaç hasıl olunca, uzlaşma sağlanınca sona erdirilebilinir, erdirilmelidir. Ancak, belli süreden daha fazla devam eden durumların sonuçları ölümden de beter olabilir, kalıcı zihinsel ve/veya fiziksel arazlar ortaya çıkabilir.
Mevcut durumda en azından 683 açlık grevindeki mahkumdan 64’ünün 12 Eylül gününden bu yana eylemlerini yürüttüğü dikkate alınırsa, en azından onlar için, kritik eşik çoktan aşılmış, geri dönülmez nokta çoktan geride bırakılmıştır. “Tümden reddetme1 siyaseti bırakılıp acil çözüm bulunup be grevler sona erdirilmez ise korkarım hapishanelerden önümüzdeki günlerde cenazeler çıkmaya başlayacak, durum iyice içinden çıkılmaz hale gelecektir.
Her ne kadar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Cumartesi günü partisinin toplantısında tutumunu azıcık değiştirip birden fazla mahkumun açlık grevinde olduğunu kabul etmişse de Almanya’da yaptığı “Bir kişi haricinde açlık grevinde kimse yok… hepsi yiyor içiyor” yaklaşımı henüz çok taze, unutulmadı. Maalesef başbakan böyle düşününce partisi de hükümeti de aynen öyle düşünüyor, aksini söylemeyi bırakın düşünmeyi bile kimse göze alamıyor. Ne yapalım, ileri demokrasi ülkesi Türkiye…
Nitekim aynı ziyarete katılan komisyon üyeleri başka şeyler söylerken, Bolu cezaevini ziyaret eden TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün 51 gündür falan açlık grevinde olan mahkumların diğer mahkumlardan sağlık açsından bir farkları olmamasını görmekten mutlu olduğunu, durumdan eşlik eden doktorun da şaşkınlık duyduğunu iddia etti. 51 gün açlık grevinden sonra sağlıklı görünebilmek mümkün olamayacağına göre Üstün’ün ima ettiği şey herkesçe anlaşılmıştır herhalde: Açlık grevindekiler Türkiye’yi aldatıyor, grevde falan değiller.
Bu yaklaşım veya tümden inkar siyaseti tabii ki Türkiye’de yeni değil. Hatırlayanlar vardır muhakkak. 1996 açlık grevlerinde ne olmuştu? Haftalarca açlık grevleri inkar edildikten, reddedildikten sonra ancak 12 mahkum öldükten sonra arabulucular gönderilmiş, sorun çözülmüştü… 12 ölüm üzerinden siyaset!
Ya 2000’de yaşanılan trajedi? Günlerce inkar edildikten sonra bir gece ansızın olanca gücüyle saldırılmış koğuşlara birçok ölüm ve onlarca mahkumun yaralanmasıyla son verilmişti açlık grevlerine…
Şimdi kaç kişinin ölmesi bekleniyor harekete geçilebilmesi için?
Birçok diğer konuda siyaset geliştirirken yapıldığı gibi büyük olasılıkla AKP hükümeti kamuoyu anketleri sonuçlarını dikkate alarak politika belirlemekte bu konuda. Doğrusu bu anketlerde halkın çoğunluğunun ne cevap verebileceğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Birincisi, eskiden açlık grevleri veya hapishane isyanlarında amaç hep hapishane koşullarının iyileştirilmesi gibi “kişisel” sebepler ön planda olur, bazı genel isteklerde de bulunurdu mahkumlar. Bu sefer durum çok farklı.
Öncelikle, he ne kadar açlık grevlerinde olanların gerek PKK gerekse KCK ile bağları açıkça ortaya konamasa da ve hatta PKK ve KCK’nın hapisteki elebaşlarından hiç biri açlık grevcilerinin arasında olmasa da gerek devletteki gerek halktaki algı bu eylemin PKK tarafından örgütlendiği şeklinde. 66 hapishanede hemen aynı anda başlayan ve yüzlerce mahkumu kapsayan bir eylem elbette ki örgütlü.
Üstelik, diğer eylemlerden farklı olarak bu sefer açlık grevindekilerin kişisel talepleri yok. Üç talepleri var: 1- Kürtçe savunma hakkı; 2- Kürtçe eğitim hakkı ve 3- Abdullah Öcalan’ın hapishane şartlarının iyileştirilmesi, ev hapsine alınması ve hatta özgür bırakılması. Şimdi bu talepler kimin talepleri? Tabii ki PKK’nın… Öyleyse? Demek ki açlık grevindekiler PKK’lı… Basit, düz mantık ama bu algı yanlış diyebilir miyiz?
Şimdi, kamuoyu anketlerinde “Bunlar terörist, bırakın gebersinler” gibi bir sonuç ortaya çıkarken hükümetin “Açlık grevi falan yok” pozisyonu alması daha mantıklı ve anlaşılabilir olmuyor mu?
İşte bam teli de burada… Kamuoyu algısı, çoğunluğun fikri, milli irade falan çok önemli şeyler ama çoğunluk saçma sapan fikir ortaya koysa da, tamamıyla deli saçması ve hatta ölümlerle sonuçlanabilecek bir algısı varsa ve hatta soykırımı destekler bir atmosfer bile olsa çoğunluğun istediği olmak zorunda mı demokrasilerde?
Saçmalamayalım lütfen… Kamuoyu algısı başka şeydir, hak, hukuk, hukukun üstünlüğü, hukuk önünde eşitlik ilkeleri ayrı şeylerdir. İlle çoğunluk öyle diyor diye doğrunun o olduğunu iddia etmek demokratik yönetim değil, çoğunlukçu yönetim olur ki o da demokrasi ile alakalı bir şey olamaz.
Devlet elbette ki bir avuç teröriste veya teröriste sempati dutsun veya duymasın terör örgütü taleplerine destek veren mahkuma teslim olmayacaktır… Ancak, reddetme siyaseti yerine, bırakın ölsünler anlayışı yerine, demokrasinin uzlaşı öğretisini hatırlayıp inatla, gerginlikle, dediğim dedik anlayışıyla konulara yaklaşmak yerine bir yerlerde uzlaşmayı öğrenmenin belki de tam zamanı…
Mesela Öcalan taleplerini tamamıyla bir kenara itip, ana dilde savunma ve ana dilde eğitim konularında hükümet iç açıcı, ufuk açıcı adımlar atamaz mı? Zaten programında yok mu bu konular?
Gerçekten terörist bile olsa açlık grevindekiler, devlet onları görmezden gelmeye devam ederek ölüme terk edebilir mi?