Duydunuz mu, bilemem. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısacık Mısır seferinde beş, on, hatta yirmi değil tam 27 anlaşma imzalanmış. Zaten bir-iki anlaşma imzalanacak idiyseydi başbakan niye gidecekti Mısır’a!
Şimdi bazı kendini bilmezler “Türkiye muz cumhuriyeti mi ki, müstemleke mi, dominyon mu ki önüne gelenle onlarca anlaşma imzalıyor? diyecektir…
Doğrudur, muz cumhuriyetlerini bir tarafa koyarsanız bir başka ülke ile birkaç gün içerisinde 5-10,20 veya iki düzineden fazla anlaşma yapan ülke görmek pek mümkün değil uluslararası ilişkiler literatüründe. Olmaz yani, her anlaşma için aylarca, yıllarca yoğun görüşme yapılır, dışişleri bakanlıkları veya ilgili bakanlıklar yoğun mesai harcar ve lider ziyaretlerinde imzalanmak üzere birkaç anlaşma “havuzda” biriktirilir. Bir çok kez liderlerin imzaları zaten tamamlanmış ve hatta fiili olarak yürürlüğe girmiş uygulamaların başladığını resmen ilan etmek, duyurmak amacına hizmet eder.
Türkiye’nin bir başka ülkeyle beş-10, 20 ve hatta çok daha fazla anlaşmayı birkaç günde tamamlayıp imzalama aşamasına getirmesi hiç de yeni bir olay değil. Daha geçenlerde, yani birkaç yıl önce, o dönemin “kanka” devleti, ve hatta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “kardeşi” tarafından yönetilen, Erdoğan ailesiyle birlikte ailece tatile çıkan bir liderin ülkesiyle, sıkı durun, aynı günde tam 50 anlaşma yapılmıştı…
Eveeet. Yanlış duymadınız. Başher Esat’ın henüz “Eset” olmadığı zamanda, Aralık 2009’da toplanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Toplantısı sırasında tam elli anlaşma imzalanmıştı. Bu imzalanan anlaşmalar kapsamında Dicle'den Suriye'nin ihtiyacına yönelik su çekilmesi ve Asi nehri üzerine dostluk barajı kurulması; güvenlik, serbest ticaret anlaşmasının genişletilmesi ve sınır kapılarının ortak kullanılmasını içeren konular da dahil iki ülkenin ilişkilerinin “kardeşçe” bir seviyeye çekilmesi amaçlanmıştı.
Eeeeh, dedik ya o zamanlar “kanka” idik, şimdi “düşman” oluverdik. Dün “ezelden ebede kardeş ve dost idik” bugün “yıkılsın bu diktatörlük, bitsin bu mezalim” türküsünü söylüyoruz. Dün “Esat kardeşim” idi, bugün “diktatör Eset” oluverdi. Siyaset bu yarın ne olur kim bilebilir?
Dün “sıfır sorun” amaçlayan dış politikamız vardı, bugün “sıfır dostumuz” var mahallede…
Dün bölgedeki temel müttefiklerimizden ikisi, İsrail ile Suriye, arasında barış sağlanması için arabulucu rolünü oynamaya çalışıyor idik, bugün neredeyse ikisiyle de savaşın eşiğine geldik.
Ne başarılı dış politika uygulaması, ne büyük diplomatik beceri ama?
Tabii ki bu büyük başarılardan tamamıyla Türkiye’yi sorumlu tutmak insafsızlık olur. İsrail’deki maceracı ekibin Mavi Marmara olayındaki son derece ilkel, acemice ve katta barbarca tavrı Türk-İsrail ilişkilerinde gelinen durumdaki hissesi kimse tarafından inkar edilemez. Suriye yönetiminin halkı üzerindeki barbarca mezaliminin de Ankara tarafından hoş görülebilmesi, her şeye rağmen ilişkilerin “kardeşçe” devam etmesi tabii ki düşünülemez. Ama gerek ikili, gerek çok taraflı gelişmelerin ve hatta Suriye krizinin derinleşmesinin kontrolünde oynayabileceği önemli rolü Ankara maalesef büyüklük tutkusuna, yanlış siyasetine, kaprislerine, hırslarına, yanlış önceliklerine kaptırmadı mı?
Bir süre önce önemli bir Arap ülkesinin büyükelçisi ile sohbet ediyordum. Tabii ki ismini vermem mümkün değil. Büyükelçi yüreğini açmış, yakınıyordu: “Kafayı yemiş bunlar… Bir günlük resmi ziyarette 28 anlaşmanın imzalanmasını istiyorlar, birisi de vizenin kaldırılması. Olur mu? Bizim ülkemizde anlaşmalar teker teker görüşülür ve genellikle haftalar, aylar gerekir her anlaşmanın imza aşamasına gelmesi. Bu ısrar nedeniyle resmi ziyaret programlayamıyoruz, hep çalışma ziyaretleri düzenliyoruz…”
Geldiğimiz noktanın özeti esasında bu… Her alanda azamiyet, büyüklük takıntısı içine girdik. Artık köprü, baraj falan inşası kesmiyor Türkiye’yi. İstanbul tüneli, boğaz geçişi, yer altı boru sistemi döşemesi, deniz altı su boru hattı projeleri, Karadeniz bilmem ne projesi lazım büyüklük arzumuzu tatmine…
Yarışma devam ediyor… Her alanda!
Bakın Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu da kapılmış bu yarışma ruhuna. İstanbul ziyaretinde sallamış tehdidi, demiş ki eğer Rumlar barış girişimlerine cevap vermez, uluslararası tanınmış Kıbrıs Cumhuriyeti arkasına saklanmaya devam eder çözüme yanaşmaz ise biz radikal önlemler alacakmışız, haberleri olaymış…
Şimdi daha dün “1 Temmuz’a kadar ya çözüm, ya da sonrası felaket, biz yapacağımızı biliriz” mangalında kül bırakmayan ben değildim. Türk dışişleri idi. Kıbrıs cumhurbaşkanı idi. Görüşmeci ekip idi. O zaman da “Eeh, 1 Temmuz’da bir halt olmayacak gibi, ne yapacaksınız?” dediğimizde, “Biz biliyoruz, görecek Rumlar” edebiyatı yapılıyordu. Ne oldu 1 Temmuz’dan sonra? Heyhat…
Şimdi Rumlar bugün, yarın veya 100 yıl sonra “biz çözüme razıyız, Kıbrıs Türkleri ile egemenliği paylaşacağız” diyecek mi? Hayır. Uyanın. Olmayacak böyle bir şey. Ben Rum olsaydım ben de kabul etmezdim. Devlet onların, Tanınma onların. Uluslar arası temsil onların. Kıbrıs Türkü seçim yapacak: Ya Türkiye’ye asimile olacak, ya da Kıbrıs Rumuna yama… Gelinen nokta bu!
Radikal önlem? Ne ola ki? Türkiye KKTC’nin tanınmasının önündeki engelini kaldırıp tanınmasına katkı mı koyacak? Yoksa, bu radikal adım resmen kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhakı mı ola?
Son zamanlarda aklıma sıklıkla darı ambarı ve aç tavuk fıkrası geliyor. Neden acaba?