Hayatımdan Küçük Hikayeler… (2)

Yaşam her zaman acı, tatlı sürprizlerle dolu… Aslında karşılaştığımız olaylardan çok, onlara verdiğimiz karşılıklar önemli…



Yaşam her zaman acı, tatlı sürprizlerle dolu… Aslında karşılaştığımız olaylardan çok, onlara verdiğimiz karşılıklar önemli… Hani soruya verilen cevap gibi… Tatmin olunmuşsa mesele yok… Yaşamdan alınan keyif de böyle bir şey… Aynı olaylar karşısında, herkesin farklı tepkileri ve geri bildirimleri var… İşte o nokta çoook önemli… Yaşama pozitif bakışınız her durumdaki sonucu değiştiriyor.
ZAMANSIZ
Eğer bir gün
Gidersen…
İnce bir söz
Tatlı bir bakış bile
Bırakmadan ardında…
O zaman
Unutulmayı
Hak etmişsin demektir…
( YÜREĞİN ÇAĞIRDI BENİ, 2006 s. 126)
Geçen hafta sizlerle paylaştığım “BİR DEMET GÜL “ isimli anımın yıllar sonra devamı geldi. Şöyleydi:
RASTLANTININ BÖYLESİ
Aylardan şubat… Hafta sonu. Günlerden pazar. Hava güneşli olmasına karşın hayli soğuk. Alışveriş yapıyorum. Arabayla şöyle bir tur atmaya bayılırım öteden beri. Köşklüçiftlik’te bir sokağa dalıyorum. Evleri, eski evleri seyretmeyi seviyorum. Tam ilkokula yaklaşırken aklıma bir şey geliyor. Evet… Evet… Şu evlerden birisiydi ama hangisi?
Üçüncü kitabım “ Biraz Mutluluk Alır mısınız?”da bir yazım vardı. Okuyanları çok etkilemişti. Adı “ BİR DEMET GÜL” dü. Hani bir karı- kocaya merhaba demiştim de onlar da bana bahçelerinden bir demet gül toplayıp vermişti. O yazıdaki evi arıyorum işte…
Aslında bu güne dek kısmet olmamıştı görüşmek… Ya çok işim vardı, ya da evin pancurları sıkı sıkıya kapalıydı. Oysa bugün yeşil pancurlarıyla, pırıl pırıl boyası ve çiçekleriyle “ HAYDİ GELSENE!..der gibiydi…
Evi biraz geçmeme karşın geri geri gelip arabamı park ettim, tıpkı o gün gibi… Kanıtım olsun diye de kitabımı elime almayı unutmadım. Bahçe kapısından girip merdivenleri çıktım. Zili çaldım. Biraz bekledim.
Kapı yerine nedense, yanındaki parmalıklı pencere açıldı. Yaşlı bir baş göründü. Oysa Kıbrıs’ta kapılar, her zaman ardına kadar açılır; gülümseyen tatlı bir yüz, ne istediğinizi sormadan önce “ Buyurun, hoş geldiniz…” der. Böyle bir karşılama beklemediğimden olmalı, ne diyeceğimi, söze nasıl başlayacağımı bilemedim.
“ Şey, efendim… Sizinle yıllar önce tanışmıştık. Daha doğrusu merhabalaşmıştık. Eşiniz beyefendi ile siz kapının önünde bana bir demet gül vermiştiniz…” diye kekeledim, adeta…
Kapı neden sonra ürkekçe açıldı.İri yarı bir delikanlı ile orta yaşlı bir hanım ve pencere demirleri arasından beni dinleyen yaşlı hanım meydana çıktı. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Onlar hala bana kuşkuyla bakıyorlardı. O noktada kaçıp gitmek yakışık almazdı. Edebiyat öğretmeni olduğumu, şair- yazar- gazeteci olduğumu anlatmaya çalışıyordum. 1975 yılından beri de Kıbrıs’ta yaşadığımı söyledim.
Gele gele iki gün önce evinde saldırıya uğrayan Dr. Küçük’ün kızı Pembe Hanımın kayınvalidesinin evine gelmiştim. Rastlantıya bakar mısınız? İnanılası gibi değil ama gerçekten onların eviydi. LAMİA HANIMEFENDİ de en az benim kadar mahçuptu…
Sofaya ilişmek istedim ama izin vermedi. Hemen misafir odasına alındım. Olayı basından okumuştum ama bir kez de onlardan dinledim. Lamia Hanım, oğlu Peker Turgud ile Mehmet’in tembihlerini hatırladığı için böyle davrandığını, artık kapı açmaya korktuklarını anlatıyordu. Komşu Yüksel Hanım, elleriyle orta şekerli kahvemi hazırladı, ben kitaptaki yazıyı okurken… Daha sonrada güvenilir olduğuma iyice inanınca beni Lamia Hanımla baş başa bıraktı.
Mustafa Turgud’un hayat hikayesini ta gerilere giderek öğreniyorum. Büyük dede, Osmanlı zamanında NAZIR ALİ RIZA EFENDİ’ye kadar dayanıyor. Ailece hep bankacı… Rahmetli Mustafa Bey de Barclays Bankasının kurucularından… Kıbrıs’ın ilk bankacısı üstelik. Pembe Küçük’le evli olan büyük oğul Peker TURGUD… Kızları Sinem’i kolej yıllarından güler yüzlü ve başarılı bir öğrenci olarak hatırlıyorum. Küçük oğul da Mehmet TURGUD… İki oğul da babalarının izinde, çok iyi okullarda eğitim alarak başarılı olmuşlar. İlk büyükelçilik, bankacılık, danışmanlık…
1924 doğumlu LAMİA HANIMla geçmişe bir yolculuk yapıyoruz. Aile albümündeki siyah- beyaz fotoğrafları inceliyoruz… Sararmış fotoğraflarda aile büyükleri…
Ben onu ürküttüğümden, o da bana güvenmediğinden tedirginiz hala… Rahmetli eşiyle kapı önünde kahve içtikleri ve bana gül verdikleri günü tekrar anıyoruz. Eliyle hazırladığı limonatadan içmem için ısrar ediyor. Kıramıyorum. İzin istiyorum. O, yemeğe kalmam için de davetini tekrarlıyor. Başka bir zaman için söz veriyorum. Hem bu kez oğulları, gelini, torunu olmak şartıyla diyorum. Zaten kocaman bir bloknota yine kocaman harflerle adımı, kimliğimi ve telefon numaramı yazıp bırakıyorum.
Lamia Hanım, tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi ( Ne yazık ki, onu izleyen, şundan da kopar Lamia… diyen eşi yok…) bana güller ve fesleğenler topluyor…
Arabama biniyorum… Çabucak geçen bir saatte kendimi zor tutmuşum.
Dolan gözlerimden yaşlar yuvarlanıyor… Yol boyunca sessizce ağlıyorum… Bizi bu hale getirenlere lanet ediyorum… Öfkeleniyorum… Ne ben (1975 yılından beri bu topraklarda yaşıyorum ve kendimi KIBRISLI sayıyorum…) böyle bir davranışı hak ettim ne de LAMİA HANIM…
Her kapı çalınışında yüreği ağzında mı yaşayacak bundan sonra?… Yıllarca kapı ve pencere açık yatan insanlar bu günlere mi layık?...
TANRIM! Bir ülkemize sahip çıkamadık mı bizler? Hakkımızı savunamadık mı? Huzur ve güven içinde yaşamak her insanın en doğal hakkı değil mi? BİZ NERDE YANLIŞ YAPTIK?
Bizi bu hale getirenler utansın… Bu memlekete ne kadar kötülük yaptığınızın farkında mısınız acaba?
Artık, elinizin yüzünüzün düzgün olması, kılık kıyafetiniz bile size güvenilmesini sağlayamayacak, haberiniz ola…
Sokakta tanımadıklarınıza selam verme hayali bile suya düşecek… YAZIKLAR OLSUN…
Bugün Türkiyeli olmaktan gerçekten utandım. Bir meğer ne kadar kötülük getirmişiz bu topluma…
Beni teselli etmeye kalkmayın boşuna… Benim iyi olmam, yıllarca bu topluma hizmet etmem sonucu değiştirmiyor ne yazık ki! Çünkü ben azınlığım… Şimdilik elbette… Çoğalırsam o oranda suçlar da artacak… HABERİNİZ OLA…
(HAYAT BİR ŞÖLENDİR,2008/ 26 Şubat 2004, Lefkoşa)
Yazıyı yazdıktan sonra bir süre kendime gelemedim. Beni o günkü kadar etkiledi… Bugüne bakıyorum da söylediklerim ne yazık ki çıkmış… 2013 yılındayız. Aradan 9 yıl geçmiş… Daha kötüye gitmiş her şey… Keşke ben yanılsaydım… Suçlar daha da arttı ve çeşitlendi… Hırsızlığa, katlanarak beyaz kadın ticareti, uyuşturucu satışı, faili meçhul cinayetler, yolsuzluklar… eklendi…
HAYDİ
Zamanı öğütür
DON KİŞOT’un yel değirmenleri…
Kış göğünde kocaman güneş
Isıt yüreklerimizi…
Güzel insan yap bizi…

Geçmiş zamanların melankolisi
Düşmeden kirpiklerimize…
Süzülmeden yanaklarımızdan
İki damla gözyaşı…
Elini çabuk tut…
HAYDİ…
(YÜREĞİN ÇAĞIRDI BENİ, 2006 s. 65)

İkinci anım daha keyifli bir şey olmalı… Hatta güldürmeli sizi…
MEKTUP KİMDENMİŞ?
Lise yıllarım… Ben Edirne Öğretmen Okulunda okuyorum o yıllar… Yaz tatili… Anneannemlerdeyim. Akşamüstü bir arkadaşımdan dönüyorum eve… Kapı sesini duyan büyükannem neşeli bir sesle yukardan sesleniyor…
- Ayşe Kızım sen misin?
- Evet, büyükanne benim…
- Yukarı gel, muştumu (müjdemi) isterim… Yavuklundan (sevgilinden) name (mektup) var…
Koşarak yukarı çıkıyorum. Beyaz tenli, ela gözlü anneannem, sedirde oturuyor. Gözlerinin içi gülerek elindeki zarfı sallıyor… Yanaklarım al al, zarfı almaya uzanıyorum. Sonra aklıma geliyor, benim büyükannemin okuma yazması yok… Mektubun sevgilimden geldiğini nasıl anladı acaba… Yanına oturuyorum. Tekrar muştumu isterim diyor ya, yağma yok… Soruyorum:
- Büyükanne mektubun sevgilimden geldiğini nasıl anladın?
- (Muzipçe gülüyor… Kendinden son derece emin… Zarfın üstüne yapıştırılmış Ömer Seyfettin pulunu gösteriyor…) İşte diyor, sureti burada….
AH! Büyükannem ah! Sizler ne kadar zekiydiniz… Ne güzel yakıştırmalar yapardınız… Okumanız yazmanız yoktu ama insana değer verirdiniz… Büyüğe, küçüğe nasıl davranmak gerektiğini; insanın değerini, erdemlerimizi ben hep sizden öğrendim… Sen de dedem de AKİL ve İZAN sahibi kimselerdiniz… Kuşu, böceği, çiçeği sizinle sevdim. Bahçemdeki MOR ZAMBAKLAR senin için büyükanneciğim… Onları ne zaman görsem sen aklıma düşersin…
24 Haziran 2013, GİRNE
GÖNÜL BAHÇEM
Yaşamı
Dedemin marangoz rendesinde tanıdım
Hiç taze tahta kokusu duydunuz mu?
Ne güzel kokar…
Büyükannemin katmerli karanfilleri
Hala düşlerimdedir…
Akiam sefaları yaz ikindilerinde
Yaşama kulaklarını uzatır…
Uyku çiçekleri uykuya hazırlanır
Bir solucan siner toprağa
Usul usul…
Tırtıl boylu boyunca
Dut yapraklarındadır…
İpek ipek örülür zaman
Dal uçlarında…
(FARKLISINIZ, 1997 S. 36)

Şimdi de kısa bir düşünce yazımı paylaşmak isterim sizinle…

SUNU…
Duymak, görmek ve hissetmek… Duyan, düşünen, paylaşan yüreklerle bütünleşince değerlenir. İşte o zaman daha bir İNSAN oluruz, güzelleşiriz. Yaşam ona verdiğimiz değerle anlamlanır. Bakışımızla renklenir, gökkuşağına döner. Sadece bizi değil, çevremizdeki herkesi ve her şeyi aydınlatır.
Yaşamın içinde neler yaşadığımız değil, onları nasıl yaşadığımız önemlidir. Sorunlara getirdiğimiz çözümler, bizi diğerlerinden ayırır ve daha güçlü kılar. Elbette herkes, yaşam savaşında başarılı olmak ister. Çözüm üretmede ne kadar donanımlı olursak, bir o kadar da başarılı oluruz…
Yaşama sevincimizin eksilmemesi, farkındalıklarımızın artması, tutkuyla yaşama bağlılık; elbettehuzurlu ve mutlu birliktelikler getirecektir.
Biz yazarlar, gerçek anlamda, düşüncelerimizle, yazdıklarımızla, hayatı algılayış biçimimizle var oluruz. Amacımız, eserlerimizle yüreklerinizde iz bırakmaktır. Bazen bir cümleyle, bazen iki dizeyle duygu ve düşün dünyanızda küçük yıldızlar gibi ışımak isteriz.
Sizleri YILDIZ YAĞMURUma davet ediyorum… GELİN BİRLİKTE IŞIK OLALIM…
(ADI SEVMEKLE BAŞLASIN, 2011 s. 3)
KANATLARIM
Önce
Hikayeler çalmalıyım
başkalarından…
Hayattan da sözcükler aşırmalıyım…

Sonra saksağan misali
Parlak hayallerimle
Sevinçle kanat açmalıyım
Hazinem avuçlarımda
YERLE GÖK ARASI…
( SEVMEYE 5 KALA, 2012 s. 76)


Ben, büyük bir sabırla kocaman iki gazete sayfasındaki yazılarımı, hiç yakınmadan okuyan siz değerli okuyucularıma sonsuz teşekkürlerimi sunmak isterim.
Bu haber 2971 defa okunmuştur

:

:

:

: