Mukaddes nöbet

Bugün Mevlit Kandili… Sevgili Peygamberimiz’in doğum yıl dönümü.Peygamber Efendimiz,miladi beş yüz yetmiş bir yılının yirmi Nisan pazartesi gününe denk gelen,Rabiül evvel ayının on ikisinde Mekke’de doğdu.

Bugün Mevlit Kandili… Sevgili Peygamberimiz’in doğum yıl dönümü.Peygamber Efendimiz,miladi beş yüz yetmiş bir yılının yirmi Nisan pazartesi gününe denk gelen,Rabiül evvel ayının on ikisinde Mekke’de doğdu.Bugün,O’nun ümmeti olma bahtiyarlığıyla,O’na olan sevgi ve özlemimizi çeşitli etkinliklerle dile getirirken,asıl olanın O’nun örnek hayatını tanıyıp hayatımıza,yön vermek olduğukanaatiyle Mevlit kandilinizi kutluyorum.Rabbim,hakkımızda hayırlara vesile eylesin.Bir nebze de olsa O’nu hatırlatması umuduyla daha önce yazmış olduğum Bir hikayeyi yeniden paylaşıyorum.

Sıcak bir yaz akşamı geride kalmış, gündüz sıcağında kavrulan kayalar yeni yeni soğumaya başlamıştı. Hava yavaş yavaş serinliyordu. Karşıda Hirâ Dağı hayal meyal seçilebiliyor, beri yanında Mekke, büyük bir sessizliğe bürünmüş gece karanlığında belli belirsiz görünüyordu. Ortalık o kadar sessiz idi ki âdeta yerde bir karınca yürüse ayak sesi duyulacak... Mahzun ile Maviş, yönleri Mekke’ye dönük bir şekilde yan yana durmuşlar, Sevr Dağı’nın zirvesinden etrafı seyrediyorlardı...
Sevr Dağı’nın yamacında bir hareketlilik belirdi. Gelenlerin, karanlıkta zor seçilse de iki insan olduğu anlaşılıyordu. Gelenleri ilk Mahzun fark etti
–Maviş, bak misafirlerimiz var, bu tarafa doğru gelenleri görüyor musun?
–Aaa evet! Fark ettim. Hay Allah, bu gece vakti ne yaparlar ki burada?
–Neyse biz onları görebiliyoruz ama, onlar bizi görene kadar uçup gitme imkânımız var. Hele bakalım az seyredelim...
İkisi de heyecanlanmıştı. Âdeta nefeslerini tutup seyrediyorlardı. Bir yandan da hemen uçabilmek için kanatlarını hazır tutuyorlardı. O anda; dağlar, taşlar, gökte ay ve yıldızlar sanki gelenleri izliyordu. Sevr Dağı’nın bu iki güvercini, olup bitenleri iyice merak etmeye başladılar. Gelenler kimdi? Bu saatte ne arıyorlardı, burada ne işleri vardı?
Gelenler, o kadar sessiz tırmanıyorlardı ki, âdeta yere basmadan geliyorlardı. Bir hayli yaklaştılar.
Mahzun, biraz dikkatli bakınca gelenleri tanıdı:
–Maviş, ben bu gelenleri tanıdım. Bunlar, Âlemler Sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile arkadaşı Ebûbekir’dir. Bunlar avcı değil, uçmamızı gerektiren bir durum yok. Bu gelenlerden kimseye zarar gelmez.
İkisi de heyecanlandı. Korkuları gitti ama heyecanları da bir o kadar arttı:
–Mahzun, onlar bu saatte burada ne yapıyorlar ki?
Mahzun, Hirâ Dağı’na doğru uzun uzun baktıktan sonra Maviş’e döndü:
–Ben anladım galiba Maviş...
–Nasıl yani?
Mahzun, başını önüne eğdi bir müddet sessiz kaldı. Belli ki üzülmüştü. İçini çekti;
–Anlatayım, dedi. Sadece ikisi duyacak kadar kısık bir sesle anlatmaya başladı:
“Âlemler Sultanı Hazret-i Muhammed, bütün insanlığın hasretle, özlemle beklediği en son peygamberdir. Onun getirdiği din, kendisine tâbî olanları hem dünyada hem âhirette mutluluğa ulaştıracak en son ve en mükemmel dindir. O’nun gelişini sadece insanlar değil bütün varlık âlemi bekliyordu. Bundan önce çeşitli milletlere gelen peygamberler de O’nun geleceğini müjdelemişti, onun için geleceği umutla bekleniyordu. İşte beklenen zaman da gelmişti artık...
Âlemler Sultanı, Mekke’de doğdu orada büyüdü, orada evlendi, orada ticaretle uğraştı, çocukları orada doğup büyüdüler. O, bugüne kadar gelmiş en mükemmel insandır. Bundan dolayı O’na Muhammedü’l-emîn dediler. Yani herkesin güvendiği bir insandır. Kırk yaşına gelince Allah O’nu peygamber olarak görevlendirdi. O zamana kadar Muhammedü’l-emîn diye çağıranlar, davetini kabul etmediler. Alay ettiler, hakaret ettiler, zulmettiler. Getirdiği dîne çok az kişi inandı.”
–Allah Allah, şu insanlara bak Mahzun, hem el-Emîn diyorlar hem de getirdiği dîne inanmıyorlar. Şaşılacak şey. Hiç akrabaları yok muydu?
–Vardı olmaz olur mu? Ama en büyük düşmanlık edenler arasında bazı amcaları da vardı.
–Allah Allah! Allah Allah!..
–Biliyor musun Maviş, bu zulümler bazen o kadar ağır oluyordu ki, dayanmak imkânsız hâle geliyordu. Bazıları bu yüzden şehid oldular.
–Şehid mi? O ne demek Mahzun?
–Allah yolunda canını verenlere şehid denir.
–Yani öldüler mi?
–Şehidler ölmezler Maviş, şehidler ölmezler.
–Geçenlerde kargalar anlatmıştı: EbûbekirSıddîk’ı o kadar dövmüşler ki şiddetten bayılmış, öldü diye bırakmışlar.
–Ebûbekir’e neden sıddîk diyorlar ki?
–Bundan bir buçuk sene önceydi, Âlemler Sultanı bir gece Mescid-i Aksâ’ya gidip oradan göklere yükseldiğini söyleyince, o insanlar yine inanmamışlar, Ebûbekir’e demişler ki:
«Arkadaşın böyle söylüyor ne dersin?» O da demiş ki:
«O söylüyorsa, doğrudur.» Onun için sıddîk diyorlar.
–Anladım.
–Zulümler dayanılmaz olunca arkadaşlarının bir kısmı Habeşistan’a göç ettiler. Geçen sene de Medine’den gelenlerle görüşüp onlara anlatmıştı, kabul edip gidenler bu sene daha kalabalık geldiler. Medine’ye geldiği takdirde O’nu kendi canları ve çocukları gibi koruyacaklarına dair söz vererek davet ettiler...
–İki sene kadar oluyor, bir serçeden dinlemiştim. Kendisine tâbî olmasa da O’nu hep koruyan amcası EbûTâlib ve O’na ilk inanan, O’na en büyük desteği veren eşi Hazret-i Hatice vefat etmiş, bunun üzerine çok üzülmüş; hattâmü’minler o seneye hüzün senesi demişler... Müşrikler zulümlerini iyice artırmışlar, O da Tâif’e gitmiş, belki onlar kabul eder diye..
–Onlar da mı kabul etmemişler?
–Ne gezer, üstüne üstlük bir de taşlamışlar...
–Ayyy...
–O, ne yapmış biliyor musun, dağlar meleği gelip de;
«YâRasûlâllah! Allah, beni Sen’in emrine verdi. İstersen şu dağları üstlerine devirivereyim.» dediği zaman;
«Hayır biz bununla emrolunmadık, biz lânetçi değiliz. Yâ Rabbi onlar bilmiyorlar, bilseler böyle yapmazlardı. Sen onları affet.» diyerek duâ etmiş.
–Allah Allah, bu kadar merhametli ha!
–Evet Maviş, bu kadar merhametli...
–Ama gidiyor artık, buraları terk ediyor...
Gelenler de oldukça yaklaşmışlar, iyice görünüyorlardı. Dağın zirvesine yakın, küçük bir mağaraya doğru ilerlediler. Mahzun’la Maviş, gelenleri hayranlıkla izliyorlardı:
–Bu ne kadar aydınlık bir yüz, ne kadar güzel bir sîmâ! Aman Allâh’ım ne kadar da güzel bir koku yayıldı etrafa... Yüzlerinin aydınlığından sanki mağara aydınlanıyor... Demek bu güzel insan buralardan gidiyor...
–Evet gidiyor...
–Ne yapalım biliyor musun Maviş?
–Ne yapalım?
–Bu güzel insanların Mekke’den ayrıldıklarını anladılarsa, peşlerine düşerler. Sabah erkenden varalım mağaranın ağzına yuvamızı yapalım. Orada bizim yuva yaptığımızı görenler, içeride kimsenin olmadığını düşünerek dönüp gitsinler. Biz de bu kutlu misafirlerimizi korumak için mukaddes bir nöbet tutmuş oluruz. Bizim hizmetimiz de bu olur.
–Evet çok iyi düşündün Mahzun... Ne mutlu bize, Allâh’ın en sevgili kuluna hizmet edeceğiz!..
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Mahzun’la Maviş, gece konuştukları gibi hemen yuva yapma hazırlıklarına başladılar, çabucak da yaptılar. Maviş, mağaranın ağzına kurdukları yuvaya varıp yattı. Hemen arkasına da bir örümcek ağ kurmaya başladı. Kısa sürede sanki yıllardır uğranmamış bir mağara görüntüsü ortaya çıktı. Mahzun’la Maviş, tahminlerinde yanılmamışlardı. Müşrikler haber almışlar, çoktan aramaya koyulmuşlardı bile. Hattâ bir tanesi mağaranın önüne kadar geldi. Eğilip de baksa içeriyi görecek! Maviş çok heyecanlandı, yüreği kıpır kıpır ediyordu. Bu arada Hazret-i Ebûbekir’in;
«YâRasûlâllah, geldiler!» dediğini duydu.
Âlemler Sultanı; «Üzülme, Allah bizimledir.» diyordu.
Bu söz üzerine Maviş de sakinleşti. Mağaranın önüne kadar gelen kişi, mağara önündeki yuvayı ve örümcek ağını görünce; «Buraya kimse gelmemiş!» diyerek dönüp gitti.
Kutlu misafirler mağarada üç gün kaldılar. Dördüncü günün sabahı ayrılık vaktiydi... Karşıda Hirâ Dağı, sanki boynunu bükmüş melûl-mahzun bakıyordu. Mekke, mecbur kaldığı bu ayrılığı kahırla sîneye çeker gibiydi. Sevr Dağı, bu kutlu misafirlere ev sahibi olmanın bahtiyarlığı ve biraz sonra da ayrılacak olmanın hüznü ile tarifi imkânsız bir manzaraya büründü. Mahzun’la Maviş, kendilerini bu mukaddes nöbetle görevlendiren Allâh’a sonsuz şükürler ederken, O Güzeller Güzeli’nden ayrıldıkları için de boyunları bükük;
«Gitme yâRasûlâllah!» der gibi arkalarından bakıp kaldılar.
ÜVEYS GİBİ
Dertli gönüllerin solmayan gülü
Zulmeti nur eden hakkın kandili
Alemlere sultan olan sevgili
Salat sana ey Rasül-ü zül celal
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Adını duyardım önce dillerden
Kokunu sorardım esen yellerden
Üveys gibi geldim uzak ellerden
Salat sana ey Habibi kibriya
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Geçtiğin yollara düştüm de geldim
Aşılmaz dağları aştım da geldim
Aşkınla çağlayıp coştum da geldim
Salat sana ey Hatemennebiyyin
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Mekke’de çıktığın dağlara sordum
Taif yollarında bağlara sordum
Bu günlere değil çağlara sordum
Salat sana gönlümüzün süruru
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Medine derler de bir güzel şehir
O gülün hayali burada zahir
Ten ölür de aşkın bulur mu ahir
Salat sana derdimizin dermanı
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Kuba mescidinde seni yad ettim
Uhut’da acını duymak niyetim
Seni seven bir yaralı ümmetim
Salat sana ey seyyidelmürselin
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Şu fani ömrümün dertli anında
Boynumu bükmüşüm Ravza önünde
Şefaat bekleriz mahşer gününde
Salat sana ey şefialmüznibin
Selam sana ya Muhammed Mustafa
Garip Hakkı uzaklara dalıyor
Uzun yollar beni senden alıyor
Beden gitse gönül burda kalıyor
Salat sana ey güzeller güzeli
Selam sana ya Muhammed Mustafa

Bu haber 214 defa okunmuştur

:

:

:

: