1570-1571 Kıbrıs seferinde orduya Lala Mustafa Paşa, donanmaya ise denizcilikle alakası olmayan Müezzinzade Ali Paşa getirilmişti.
Osmanlı Silahlı kuvvetlerinde komutanıyla birlikte başlayan bozuk düzen devam ediyordu. Daha sonra İnebahtı’da Osmanlı donanmasının mahvına sebep olacak olan Müezzinzade’nin yerine pek ala Cerbe zaferinin mimari piyale paşa veya büyük denizci Mehmet Ali Reis getirilebilirdi. Lefkoşa 7 Haftada Gazimağusa ise 11 ayda alınır ve Kıbrıs’ım 1 Ağustos 1571 tamamlanır.
Venedik öncülüğünde örgütlenen Haçlı donanması, İnebahtı’da denizcilikten hiç anlamayan Müezzinzade Ali paşa gibi donanmasını imha edince Vezir-i Azam Sokullu Venedik Balyozuna(elçisine)öyle demişti: ‘‘ biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunu kestik. Siz donanmamızı imha etmekle sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez ama kesilen sakal daha gür çıkar.’
Sokullu teşbihatının birinci bölümünde haklıydı. Değil Venedik tek başına Birleşik Haçlı Donanması bile artık Kıbrıs’ı geri alamazdı.
Fakat Sokullu’nun donanma hakkındaki düşüncesi yanlıştı. Savaşları araçlar yapmaz, insanlar yapar.
1942 Haziranında Japonlar Midway deniz savaşında sadece 4 uçak gemisi ve bir ağır kruvazör kaybettiler. Sadece zayıflara bakıldığında Büyük Okyanusta kuvvet dengesi hala daha Japonların elindeydi. Japonların hala daha çok uçak gemileri, daha çok ağır kruvazörleri vardı. ‘Zero’ hala daha dünyanın en iyi avcı uçağıydı.
Fakat Japonlar Midway’da sadece araç kaybetmediler. Dünyanın belkide en iyi pilotlarını kaybettiler. Bir uçağı birkaç günde üretebilirsiniz fakat bir pilotu yetiştirmek ve ona gerekli deneyimi kazandırmak aylar alır.
26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz’da Yunanlıların Türklerden daha çok topu vardı, daha çok cephesi vardı. Üstelik topları daha moderndi. Yenilikleri Türk toplumlarının yüzde doksanından dokuzu uzundu. Fakat Yunanlıların ne bir Mustafa Kemalleri ne de bir İsmet Paşaları vardı. Türk zaferlerinin anahtarı olan o topları o iki dahi komutan kullanıyordu.
Evet Sokullu yeni bir donanma inşa etti. Fakat İnebahtı’da kaybedilen reisleri, kaptanı olan, leventleri yeniden inşa edemedi ve Kılıç Ali Paşa’da ölünce Osmanlı deniz gücü tarihe gömüldü.
Kıbrıs’ın alınması Doğu Akdeniz’deki korsan tehlikesinin ortadan kalkmasını sağlayamadı. Hatta 1669’da Girit’in fethi bile bu tehditti sonlandıramadı. Çünkü Kanuni’nin sabote ettiği Osmanlı donanması Kılıç Ali olan sonra hiçbir zaman caydırıcı bir giriş olamadı. Doğu-Batı kara transit yolunun Osmanlı’nın sadece dış gelirlerini etkilemedi. İş ekonomiye de büyük bir darbe vurdu. Kanuni devrinde gittikçe alevlenen Celali İsyanları gibi ayaklanmalar iş ulaşımını ve iş ticareti felç etti.
Cumhuriyet’e kadar devam eden bu süreç imparatorluğun ekonomik birliğini yavaş yavaş ortadan kaldırdı. İç Anadolu’da üretici buğdayını yakıyorken İstanbul Rusya’dan hatta Arjantin’den buğday ithal ediliyordu.
Osmanlı döneminde Ada ürettiğini tüketiyor, tükettiğini üretiyordu.
İlk zamanlarda Osmanlı donanması üzümü adada üretilen peksimetin ihracı bile korsanların tehditti altındaydı.
Osmanlı’nın ilk döneminden 1. Murat devrine kadar padişah hakim-i muhakkak değildi. Yani, tek karar mercii değildi. Çandarlılar gibi Türk beylerinin yönetimde etkinlikleri büyüktü.
Çelebi Mehmet, Timur felaketinden sonra ancak büyük çabalar sonucu olarak devletin birliğini sağlayabilmişti. Bu yapılırken sınırlar donatılmış devlet gelirleri dibe vurmuştu. Fakat yavaş yavaş zengin bir Türk girişimci sınıfı da gelişmeye başlamıştı. O devirde İstanbul ya da Bizans ya da Konstantinopolis çok büyük bir ticaret merkeziydi. Yeni Türk girişimci sınıfı burada yavaş yavaş yer edinmeye başlamıştı. Bu yeni sınıf o zaman Avrupa ticaretine muallim olan Venedik ve Cenevizlilerle birlikte bölgenin ekonomisinde gittikçe artan roller isteniyordu. Çelebi Mehmet’in oğulları ve Fatih’in babası 2. Mehmet devlet bütçesi zora girince çıkış yolu olarak bu yeni zengin sınıfın servetlerine el koymayı düşünmüş ve bunun için divan azalarından ‘olur ’ bile almıştı. Fakat bu beyler ve paşalar gerçekten kudretliydiler. Ve kısa sürede 2. Murat’ı bu fikrinden caydırdılar.
Sarayda etkili olan başka grupta kudretini yeni yeni kazanmaya başlayan ‘Ulema’ yani esnaf sınıfıydı.
Bunlar özellikle genç veliaht Mehmet’in faaliyetlerinden kuşku duyuyorlardı.
Gerçi şehzade Mehmet gerçek bir entelektüeldi. Rumcayı, İtalyancayı ve Latinceyi iyi biliyordu. Eski klasiklere de felsefe ve fen konularına meraklıydı.
Merak ettiği her konuyu okuyor, tartışıyordu.
Genç şehzade din ve inanç konularını da sarayda tartışmaya başlayınca hele hele çevresine koyu Sünni ve Hanefi ulemanın ‘sapık ’ saydığı görüşlerin temsilcilerini de toplayınca neden olduğu tepki korkunç olmuştu. Ulema bir gün onun meclisini bozdu, çevresindeki tüm ‘sapıkları’ topladı ve hepsini öldürttü.
Hedefi merkezi bir idare kurmak ve otoritesini hiç kimseyle paylaşmak istemeyen Fatih, İstanbul’un fethinden sonra Çandarlı’nın şahsında Türk Beyleri’nin iktidar ortaklığına son verdi.
Yine İstanbul fethinden sonra şehre girerken kendisini kapıda ‘Dualarımız sayesinde’ diyekarşılayan bu ulema takımının ‘kılıcım sayesinde’ diye cevaplasa da onların otoritesini bir türlü törpüleyememişti. Tüm isteğine rağmen matbaayı ülkeye sokamamıştı. Kendisini zehirleyenlerde büyük ihtimal onlardı.
Fatih’e kadar Osmanlı sistemi ile idare edilirdi. Has’ın gelirleri doğrudan hazineye aitti. Tımar ve Zeamet sahipleri ise hem yönetimde olan, toprakların geliriyle orduya sipahi yetiştirirler hem de aşar ve ağnam(hayvanlardan alınan vergi) vergilerini öderlerdi.
Fatih devrinde, geçici olmak kaydıyla iltizam sistemi getirildi. Hedef yeni fethedilmiş toprakların vergilerini Has, Tımar ve Zeamet sistemi kurulmadan toplayabilmekti.
Bu sistemde mültezim adı verilen iltizam sahibi belli bir bölgenin tahmin edilen vergilerini hazineye veriri sonrada onu o bölgenin halkından toplardı.
Yıllık vergilerin peşin toplanmasını, Fatih’ten sonra gelen padişahlar çok sevdiler. Tanzimatla birlikte Büyük Reşit Paşa bu usulü kaldırmaya çalıştıysada başaramadı. İltizam usulü ancak Cumhuriyette kaldırılabildi.
İltizamın son zamanlardaki mahkeme kayıtları çok ilginçti. Ama en ilginç olanı mültezimlerin savaşın mükelleflerinden talep ettikleri miktarların onda birine sulh almayı kabullenmişlerdir. Bu sistemin asırlarca devlet hazinesini nasıl soyduğu sadece bu veriyle bile anlaşılabilir.
Kıbrıs’ta da, İstanbul’dan anavatanın İngiliz yönetimine devredildiği 1878’e kadar bu vergi sistemi geçerli oldu.
Devam edecek…