2.Dünya Harbinin en ünlü ve başarılı Alman komutanlarından Mareşal Gerd Von Rundstedt’e maiyetindeki bir subay şöyle demişti: “Ruslar aslanlar gibi savaşıyorlar” Rundstedt’in bu gözleme cevabı ise şöyle olmuştu: ”Evet ama eşekler tarafından yönetiliyorlar. ”Aslında bu gözlem en çok Almanlar için geçerlidir. Her iki Dünya Harbinde de Çok büyük ve çok başarılı birlik komutanları ve cephe komutanları görev yapmıştır. Bunların arasında ilk etapta General Mackensen, General Guderian,Mareşal Romell ve Mannestein’in adları sayılabilir. Fakat her iki harpte de Alman Başkomutanlık Harargahını Von Rundstedt’ in tabiriyle “eşekler” yönetmiştir.1. dünya harbinde Von Moltke, Falkenhein ve iyi bir taktisyen olmasına rağmen Ludendorff,2. Dünya Harbinde ise Hitler, Keitel ve Jodl üstlendikleri görevlerin adamları değildiler. Tıpkı Enver Paşa’nın olmadığı gibi.
Bu gibi sözde büyük komutanlar yüzünden milyonlarca genç insan, hayatlarının baharını yaşamadan, dünyaya gözlerini yummak zorunda kaldılar.
Avrupa böyle bir felakete hazır değildi. Ünlü Amerikan Hukukçusu, Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü David Fromkin A Peace To End All Peace adlı eserinde Ortadoğu’daki bu günkü karmaşanın nedeninin savaşan tüm tarafların bilinçsiz tutum ve kararları olduğunu söyler. Prof. Fromkin haklıdır. Haksız olan daha doğrusu feci bir şekilde yanılmış olan ünlü İngiliz Yazar ve Düşünürü H.G.Wells’di. Ona göre 1. Dünya Harbi tüm harplere son veren harp olacaktı. Çünkü bu trajediye şahit olan insanoğlu onun bir daha tekrarlanmasına izin vermeyecekti. Burada insanın aklına Mehmet Akif Ersoy’un ünlü şiirsel tespiti geliyor:
“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi”
Maalesef tekerrür ediyor. Maalesef bu tekerrür devam da edecekmiş gibi görünüyor. Çünkü Sokrates’in deyişiyle “Prensler(yöneticiler)filozof değil.” Maalesef 1.Dünya Harbi sononda da değillerdi.I9I9 da mağlup devlet temsilcilerine “barış” şartlarını dikte etmek için Paris’te toplanan galip devletlerin mağrur temsilcilerinden hiç birisi görüş ve düşüncelerini geleceği düşünerek şekillendirmemişlerdi. Hepsinin beyinleri intikam ateşleriyle tutuşuyordu. Hepsi de akıllarıyla değil hisleriyle hareket ediyorlardı. Hedefleri uzun sürecek bir bir barışın temelini oluşturacak yeni bir düzeni kurmak değildi. Mağlupları ezmek ve aşağılamaktı.
Winston Churchill I9I9 da Habsburg(Avusturya-Macaristan) ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışlarının yanlış olduğunu söyler. “Yıkılmamalıydılar” der. Bence bu yanlış bir yargıdır. Churchill’e bunu söyleten aklı değil romantik doğasıdır. Gerçek ise bambaşkadır. 20. Yüzyıl İmparatorlukların sona erdiği çağdır. Paris antlaşmalarıyla mağlup imparatorlukların: Osmanlının, Hapsburgların ve Hohenzolernlerinlerin (Alman İmparatorluğunun)cenaze törenleri yapılmıştır. Daha sonra sırasıyle İtalyan,Hollanda,Belçika,İngiliz,Fransız,İspanyol,Portekiz ve Rus İmparatorlukları da tarihe karışacaktır.Bugün ayakta bir tek ,içinde Mançurya’yı,Güney Moğolistanı,Tibet’i ve Doğu Türkistan ı barındıran Çin İmparatorluğu’dur.Çin İmparatorluğu yukarıda sayılanların hepsinden daha eskiye daha deneyimlidir. Tarihte “Ebed-müdded “yani “Ölümsüz” diye anılan çok imparatorluklar görmüştür. Fakat bugün onlardan eser bile kalmamıştır.
Almanya I. Dünya Harbinin ve 2. Dünya Harbinin intikamının hiç olmazsa bir kısmını Komünist rejim çöker çökmez almış ve Yugoslavya’yı parçalatmıştır. Üstelik bunu A.B.D.nin ,İngiltere’nin Fransa’nın ve Rusya’nın muhalefetine rağmen yapmıştır. Gücü yetseydi bunu Polonya’ya karşı da yapacaktı. O zamanki Alman başbakanı Helmut Kohl Alman- Polonya sınırının yeniden çizilmesi gerektiğinden söz etmiş fakat bu sefer aynı devletlerin çok daha sert tepkisiyle karşılaşınca şimdilik, geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Gerçi benzer tepkileri Almanya’dan sonra Macaristan da özellikle Romanya sınırı için dile getirmişti ama onu pek umursayan olmamıştı.
2.Dünya Harbinden sonra Avrupa’da istikrarı ve barışın korunmasını sağlayan en önemli etkenlerden birisi’ Sınırların Değişmezliği prensibinin genel kabulüydü. Yukarıdaki örnekler bu kabulün sanıldığı kadar genel ve sanıldığı kadar samimi olmadığının delilidir. İleride şartlar uygun olursa Almanya, Macaristan ve Sırbistan’ın benzer taleplerle yeniden ortaya çıkmayacaklarını sanırım hiç kimse garanti edemez.
I9I9 Paris antlaşmalarıyla yeni bir devrin temeli atılmıştır: Ulus devletler devri. Bu yeni devrin öncülüğünü yapan ABD Başkanı Wilson’dur. Bu devir “Ulus Devletler” devridir. Dayandığı temel ise “Kendi Kaderini Tayin Hakkıdı.” Ne yazık ki I9I9 Avrupası bu prensibin tam anlamıyla uygulana bilmesi için pek te elverişli değildi. Portekiz Hollanda ve İskandinav ülkeleri İtalya ve yeni sınırlarıyla Almanya’yla Avusturya dışında kalan her ülke adeta birer uluslar mozayiğiydi. Nisbeten yeknesak görünen İngiltere’nin İrlandalı, İspanyanın ise Bask ve Katalan sorunları vardı.
Yeni kurulan devletlerden Polonya’da önemli sayıda Alman ve Ukraynalı, Çekoslavakya’daAlman,Polonyalı ve Macar azınlıklar olacaktı. Ayrıca bu ülkenin iki büyük halkından biri olan Slovakların da yeni düzene sadakatleri kesin değildi. Romanya’nın yeni sınırları içinde Moldovalılar ve önemli sayıda Macarlar vardı. Yugoslavya ise tam anlamıyla “Kedi Kaderini Tayin Hakkı” prensibinin suratına vurulan bir şamardı adeta! Asıl unsur olan Sırplardan başka Yugoslavya Slovenlerin, Hırvatların, Boşnakların, Karadağlıların, Arnavutların ve Makedonların da vatanıydı. Ayrıca Üsküp ve çevresinde de hatırı sayılır bir Türk nüfus vardı. Üstelik Sırplardan başka hiç bir ulusal topluluk bu yeni devleti benimsemiş gibi görünmüyordu. Galip devletlerden İtalya’nın Yugoslavya’nın Adriyatik kıyılarında, özellikle Fiume’da gözü vardı.
Kısacası Galip devletlerin “Ben Yaptım Oldu” zihniyetiyle kurduğu yeni Avrupa adeta patlamaya hazır bir cephanelik gibiydi.