H.G.Wells I. Dünya Harbini “Tüm savaşlara Son Verecek Olan Savaş “diye tanımlarken gerçekten samimiydi. Bu harbe şahit olan insanların ,onun neden olduğu trajik sonuçlar karşısında aklını başına devşireceğini ve böyle bir şeyin bir daha tekrarlanmaması için her yola baş vuracağını düşünmüştü.
İnsanoğlunu öteki primatlardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi etoburluğu ötekisi ise avcılığıdır. Birçok antropolog ve paleantropologa göre başta dişlerimiz ve bağırsaklarımız olmak üzere, anatomimizin de lisanlarımızın da gelişmesi ve şekillenmesinde bu iki özelliğimizin rolleri çok önemlidir. Bu geçmişimizin bir başka mirası da bölgeselliğimiz ve toprağa bağlılığımızdır. Ünlü antropolog ve sosyal davranış bilimcisi Robert Ardrey, The Hunting Hypothesis ve Teritorial Imperative adlı eserlerinde özellikle bu yanlarımızı inceler. Bunlar gerçeklerdir. Bilimsel doğrulardır. Fakat hiç bir veri, hiç bir doğru tek başına alınıp ta kullanılamaz. Kullanılırsa bizi gerçeğe ulaştıramaz. Evet avını öldürmek, kendi av sahasına tecavüz eden aslanı, kaplanı, kurdu, ayıyı hatta yabancı klan avcılarını öldürmek hatta ve hatta kıtlık zamanlarında onların etlerini yemek atalarımızın savunma stratejilerinin vazgeçilmez ögelerindendi. Fakat eğer insanoğlu eğer o seviyede kalsaydı, eğer çevresindekilerle, komşularıyla, hatta rakipleriyle işbirliği yapmağı öğrenmeseydi, ufkunu geliştirmeseydi bugün belki de hala daha kurt sürüleri gibi yaşıyor olacaktı.
XIX Yüzyılın son çeyreğinde başlayan hızlı ekonomik kalkınmanın tek nedeni olarak sanayi devrimine işaret etmek pek doğru olmaz. Bunda finans ve ticarette başlayan uluslararası işbirliğinin rolünü görmezlikten gelmek çok yanıltıcı olur. Eğer I9I9 Paris barış konferanslarında gali devletleri temsil eden politikacıların hedefi H:G:Wells’inkiyle çakışır olsaydı yapmaları gereken ilk iş harp önceki ekonomik düzenin yeniden tesisi için kollarını sıvamak olacaktı. Fakat öyle davranmadılar. Savaş boyunca yaptıkları propagandaların etkisinde kaldılar. Davranışlarını o propagandalar şekillendirdi.
Savaş devam ediyorken İngiliz Başbakanı Lloyd George Tazminatlar konusunda şöyle demişti: “Almanya’yı, memeleri ıslık çalana kadar sağacağız. ”İngiliz propagandası savaş boyunca, Almanları “Vahşi Hunlar” diye damgaladı. Türkler ise yeniden Asya steplerine sürülmesi gereken katil sürüleriydi. Modern hayata alışmış bir insanı, savaşta da olsa adam öldürmeğe zorlamak üstelik bunu yaparken ondan kendi hayatını tehlikeye atmasını beklemek kolay bir şey değildir. Harp uzadıkça, günler aylara, aylar yıllara dönüştükçe bu daha da zorlaşır. Bunun için geçen her günün sonunda düşmanı canavarlaştıran propagandanın biraz daha artırmak lazım gelir. Sonunda öyle bir an gelir ki propagandayı yapan bile kendi yalanlarına inanmağa başlar.
I920 de Paris’te toplanan ”Galip devlet temsilcileri işte tam da bu ruh hali içindeydiler. Geldiler. Birbirlerini kucakladılar. Tebrik ettiler Birbirlerinin şerefine ziyafetler verdiler. Şampanya bardaklarını tokuşturdular. Her mağlubun önüne birer “ANTLAŞMA!” metni koydular. “AT ŞURAYA BİR İMZA!” dediler. Gazeteciler için birlikte ve mağrurane pozlar verdiler ve ülkelerine döndüler.
David Fromkin’in H.G.Wells’den kinaye, “Tüm Barışlara Son Veren Barış” diye nitelendirdiği antlaşmalar işte böyle imzalandı.
I920 Paris Trajedisinin birde komik sahnesi vardır. Osmanlının tecrübeli temsilcisi ve diplomat kökenli Tevfik Paşaönüne atılan antlaşma metnindeki ağır şartları okudukça bunalımdan bunalıma girerken kaldığı odaya Padişah Vahidettin’nin en güvendiği kişi olan Damat Ferit Paşa Hazretleri girdi ve gayet ciddi bir tavırla ona Sultan ve Halife Hazretlerinin asla vazgeçemeyeceği bir hakkından bahsetti ve bu hakkın mutlaka ve mutlaka antlaşma metnin de yer almasın da ısrarcı olmasını istedi. Hatta emretti. Tevfik Paşa Padişah ve Halife Hazretlerini dinliyorken nerdeyse dilini yutacaktı. Osmanlı Devleti her hac zamanı hac yolları üzerindeki tüm Arap kabilelerinin şeyhlerine kese kese altınlar dağıtırdı. Amaç bu kafilelerin bu kabileler tarafından soyulmalarını n önüne geçmekti. Halifenin ve onun Sadrazamının asla vazgeçemeyecekleri hak işte bu haktı! Tevfik Paşa öfkesine hakim olamayarak Azametli Sadrazama artık bu toprakların bize ait olmadığını hatırlattı ve artık bu soygunları önleme görevini başkalarının üstlenmesi gerektiğini söyledi.
Aslında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda bir anlaşma yapılmıştı. Tarihe Sykes –Picot Anlaşması olarak geçen ve Çarlık Rusya’sı sona erince yeni Komünist rejim tarafından meydana çıkarılıp açıklanan bu anlaşmaya göre Çarlık Rusya’sı Doğu Anadolu’yu, Kuzey-Doğu Karadeniz’i ve İstanbul’u alacaktı. İzmir ve Antalya İtalyanlara verilecekti. Fransa ,Maraş, Urfa, Adana, Suriye ve Lübnan’ı, İngilizler ise Irak, Ürdün ve Filistin’i alacaklardı.
Daha sonraları bu planın aslında bir İngiliz planı olduğu iddia edilmiştir. Amacı da güya Ortadoğu petrollerinin hakimiyetiydi. Bu iddia yanlıştır. Ortadoğu’nun Osmanlı sonrası şekli için ilk çalışmayı İngilizlerin yaptığı doğrudur. O plana göre Suriye ve Filistin’le birlikte Kuzey Irak yani Musul ve Kerkük Fransızlara bırakılacaktı. Bu planın amacı Doğu Anadolu’ya yerleşecek olan Ruslarla İngilizlere verilecek olan güney Irak arasında bir tampon bölge oluşturmaktı. Çünkü İngilizler Ruslara güvenmiyordu. Onların bir gün mutlaka Basra Körfezine inmek ve bu yoldan Hint Okyanusuna ulaşmak isteyeceklerini düşünüyorlardı.
Fransızlar ise Boğazlar ve Marmara’nın bir tek devletin kontrolüne verilmesine karşıydılar. Bu yüzden İngiliz Planı üzerinde bir anlaşma sağlanamadı ve plan rafa kaldırıldı. Devlet yöneticileri için en önemli iş en acil olan iştir. O günlerde de en acil iş cepheleri doyurmaktı. Tüm cepheler “daha çok asker daha çok silah, daha çok cephane ve daha çok geri hizmetleri!” diye feryat ediyordu. Fakat koskoca bürokrasilerin tüm işleri elbette ki savaştan ibaret değildi. O günlerde gitgide daha yüksek seslerle haykıran Ermeni lobilerini, Yahudi lobilerini ve bilhassa sesleri en çok çıkmakta olan Arap lobilerini tatmin edecek bir şeyler yapmak gerekirdi.
Bir şeyler yapmak gereği konusunda herkes hemfikirdi de ne yapılması gerektiği konusunda herkes ayrı telden çalıyordu. Konu gerçekten çok çetrefildi. Yahudiler Fransızlara güvenmiyorlardı. Şerif Hüseyin dışındaki Arap liderler ise kendilerini daha çok Fransızlara yakın görüyorlardı.
2002 yılında İngiliz Dışişleri Bakanı, saygın politikacı Jack Staw’ın da belirttiği gibi İngiltere’nin I. Dünya Harbi süresince, Ortadoğu konusunda doğru ve tutarlı bir politikası hiç olmadı. Bu konudaki İngiliz niyet ve hedeflerini açıklayan şu listeye bakmak bile Jack Staw’ın haklılığını ortaya koymak için yeterlidir:
I- Lloyd George’un Yahudilere Uganda’yı yurt olarak önermesi
2- Şerif Hüseyinle Mc Mahon mektuplaşması
3- Balfour deklerasyonu
4- Sykes-Picot Planı
5- Şam Protokolü
6- Hogarth’ın mesajı
7- Suriye Birlik Partisinin Yedi Liderine verilen taahhütler
8- General Allenby’nin Faysal’a verdiği garanti
9- İngiliz Kabinesinin Doğu Komitesinin kararları
I0- I9I8 İngiliz-Fransız deklarasyonu
Jack Staw’un da dediği gibi o devrin İngiliz politikacılarının bu kararsız ve tutarsız siyasetleri sadece İngiliz çıkarlarına zarar vermekle kalmamış Ortadoğu sorununun bugünkü haline gelmesinin de en büyük nedeni olmuştur.
Burada bir notaya bir kez daha dikkat çekmenin yararı var: Tüm bu politikalar Osmanlı Harbe girdikten sonra oluşturulmuştur. Bu yüzden bunları Osmanlının Harbe girmesini haklı çıkartıcı deliller olarak görmek ve göstermek yanlıştır.
Eski İngiliz Genel Kurmay Başkanlarından Mareşal Lord Carver I. Dünya Harbinde Doğu Cephesi adlı kitabının sonlarına doğru şöyle der: “Osmanlılar savaşa katılmasalardı savaştan sonra zenin petrol kaynaklarına sahip haline geleceklerdi. Fakat o zaman da Atatürk’e sahip olamayacaklardı. Acaba Atatürk olmadan o devlet ayakta kalabilir miydi?”