Çanakkale geçilmez

Başlığı dikkatinizi çeksin diye böyle yazdım. Bayram tatilinde Çanakkale’deyim.

Başlığı dikkatinizi çeksin diye böyle yazdım. Bayram tatilinde Çanakkale’deyim. Ne işim mi var buralarda? Ben doğma büyüme Bigalıyım, yıllardır da ailem Çanakkale’de oturuyor.

Çanakkaleli olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünürüm her zaman.Tarihten gelen bir ayrıcalık bu…

Çanakkale Savaşı gazilerinden Recep Çavuş’un (Recep Tural) torunuyum ben. O,Balkan Savaşlarında ve ardından devam eden Kurtuluş Savaşında her cephede Mustafa Kemal’in ardından giden topçu çavuşu… Dokuz yıl hiç aralıksız cepheden cepheye koşmuş bir vatan evladı… Ben tarihi, onun dizlerinde masal gibi dinleyerek ğrendim. Atatürk’e olan hayranlığım ve  sevgim bu nedenle çoooook derin ve anlamlı….

                  

Buraya geleli iki gün oldu. Evimden Kordon’a inmek sadece yedi dakikamı alıyor. Deniz kıyısında durup gri- mavi Boğaz’dan geçen gemileri görmek, karşı kıyıları izlemek, şehri gezen turistlerle gönül oyalamak hiç de zor değil… Çanakkale, son derece düzenli ve temiz bir şehir… Tarihiyle göz kamaştırıyor: Şehitler Abidesi, Truva ören yeri, Deniz Müzesi ve savaş alanları…

 

Sahilde tahtadan, kocaman Truva atı… Hani şu meşhur TROİA filmindeki at… Her zamanki gibi gidip tahtalarına dokunuyorum. Dev şeklin yanında küçücük kalmak hoşuma gidiyor. Yanında güneş takvimi, az ilerde truva’yı tanıtan haritalar… Aralık ayı olmasına karşın hafif rüzgarlı ve pırıl pırıl güneşli bir gün… Minik minik dalgalar kıyıya kadar gelip sönüyor. Tatilden yararlanıp burayı görmeye gelen çok sayıda yabancı var. Özellikle Japonlar… Hatta Onsekiz Mart Üniversitesinde Japon Dili ve Edebiyatı bölümü bile var. Sanıyorum onun da etkisi büyük… Arabalı vapurunda da bir gruba rastlamıştım. Hatta aralarından biri beni kendilerinden sanıp kuzeyli miyim (İsveç, Norveç…) diye sormuştu. Sarışın ve mavi gözlü olmanın azizlikleri bunlar… 

 

En önemlisi de bir kıtadan diğer kıtaya elinizi uzatıp sanki onu tutuverecekmiş gibi olmak… İnanılmaz heyecan verici bir duygu bu… Lise yıllarımda, İstanbul Boğazını anlatan bir yazıda bu konuya dikkat çekiyordu. Sanıyorum Ömer Seyfettin’in MABET isimli öyküsündeydi.Beni o kadar etkilemiş ki o yazıyı hala hatırlıyorum.

 

Aslında bizler bir şeyleri yaşarken gereken hassasiyeti göstermiyoruz nedense.

O zaman da neler yaşadığımızın farkına varamıyoruz. Dolayısıyla da zevk alamıyoruz. Etrafıma daha alıcı gözle bakıyorum. Sahildeki çınarların yaprakları sararmış, yer yer dökülmüş. Aklıma park geliyor. Valilik binası yanındaki eski İngiliz Parkı… Orası bu gün çok güzel olmalı.

 

Yönümü parka çeviriyorum. Cennet gibi yemyeşil, bakımlı bir bahçe… Buraya bayılıyorum. Kocaman ağaçlar, yeşilden sarıya her tona bürünmüş… Ressam fırçasında bu kadar tonu bulup kullanamaz diye düşünüyorum. Doğa ne kadar cömert… Akşamdan kalan yağmur birikintilerinde çimenler son derece keyifli… Işıl ışıl, pırıl pırıl… “ Buyurun…” diyen banklar hala nemli. Oturmayı göze alamıyorum. Kedili ağaç yerinde… Dallarında ve dibinde kediler… Belli ki hala burada onları besleyen var. Burnuma denizin iyot kokusuyla karışık balık kokusu geliyor… Gözlerimi kapatıp derin derin içime çekiyorum.

 

Yaşadığım yer Kıbrıs’ı inanılmaz çok seviyorum. Ama doğup büyüdüğünüz yerlerin cazibesi yine de daha bir başka oluyor. Ben ne kadar güzel topraklarda doğmuşum, diyorum. İçten içe gurur duyuyorum. Hamurumda katkısı olan bu şehri çooook seviyorum.

 

Bir gün yolunuz düşerse, hatta yolunuzun düşmesini beklemeden gelip bu, henüz el değmemiş kenti gezin, görün diyorum. Sevgiler ve saygılar hepinize…

 

Bu haber 2737 defa okunmuştur

:

:

:

: