Yeni anayasa

Türk bağımsızlık hareketinin önder komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri, ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk kendisini anlatırken 'Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir' dermiş.

Türk bağımsızlık hareketinin önder komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri, ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk kendisini anlatırken 'Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir' dermiş. 'Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en kıymetli mirası olan istiklâl aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenlerce bu aşkım malûmdur. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut beka bulabilmesi mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim.''

Atatürk’ün konuşması uzun ve çok anlamlıdır. Bağımsızlığın önemini, kendi düşünce sistematiğini net olarak ortaya koyduğu bir konuşması bu ulu önderin. Ne Zaman konuşmuş? 1921’de… Yani kurtuluş savaşı sırasında, bu savaşın niye önemli olduğunu anlatırken.

Nereden nereye geldiğini Türkiye Cumhuriyeti’ni anlamak için tarihte yolculuk yapmaya, kütüphaneler dolusu kitap devirmeye gerek yok. Her şey ortadadır. Büyük yol kat edildi ve her gelen hükümet kendince bu gelişmeye katkıda bulundu. Siyasi değerlendirmelerle kimseye çamur atmaya gerek yok.

Şimdi Türkiye tekrar kabuk değiştiriyor. Ne olacak? Nereye evrilecek? Sonu nereye varacak? Bunları şimdiden kestirebilmek mümkün değil. Nihayette ne eylerse halk eyleyecek, oyu ile ülkenin geleceğine bu kavşak noktasında da karar verecek. Hangi yolun daha iyi, hangisinin tozlu çamurlu olduğunu bugün çok tartışabiliriz ancak fazla da anlamı yok.

Anayasa değişsin mi? Değişmesin mi? Gerçekten önemli mi? 1982 anayasasının günün ihtiyaçlarına cevap vermediği ve değiştirilmesi gerektiği hususunda ülkede herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir gerçek. Ancak, herkesin kendi anayasa düşüncesi var. Önemli olan mevcut sistemin çalıştırılabilmesinin mümkün olmadığını görüp; çalışabilecek hale getirilmesinin sağlanıp sağlanamayacağını kararlaştırabilmek. Hali hazırdaki parlamenter sistem çalışmıyor, çalışamayacak. Sebebi basit. Anayasa değiştirmekle de çözülmeyecek bir sıkıntı bu. TBMM içerisinden hükümet çıktığı sürece, milletvekilleri parti liderlerinin keyfine göre hazırlayacağı listelerden seçildiği ve parti liderine adeta siyasi maraba olduğu sürece meclisin denetim ve yasama yetkilerini çoğunluk liderine peşkeş çekmesi önlenemez. Acı da olsa gerçek bu.

Yarı başkanlık veya başkanlık sistemi Türkiye gibi güce tapan halklara sahip ülkelerde “seçilmiş diktatör” veya “seçilmiş sultan” yaratma tehlikesini içlerinde taşırlar. İyi de hangi dönem Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi oldu ki? Ne zaman başbakanlar meclise, halka hesap verdiler? Ne zaman bir parti mecliste çoğunlukta iken rüşvete, suiistimale, yolsuzluğa bulaştığı iddia edilen bakanına yargı yolunu açabildi? Birkaç güzel örnek var ama tonla da aksi örnek var.

Demek ki mesele öncelikle kendi içinde yabancıların dediği gibi “checks and balances” yani yetki ve kontrol mekanizmaları olan bir sistem kurabilmek, hesap verilebilir bir yönetim getirebilmek.

İşte işin zoru burada... “Kimse sütüm ekşi demez” derler ya, kimse kendi yetkilerinin demokrasiye yük haline geldiğini kabul etmez. Hep biraz daha, biraz daha yetki ister. Ama bu arada yargı yolunun da kapalı olmasını, ne olursa olsun yargılanma imkanının olmamasını ister.

Bu konularda kafa yormalı ve ancak siyasi iktidarın nalıncı keseri gibi yeni anayasa ile ilave yetkiler alma çabasında olmadığı kanısı hakim olduktan sonra, dengeli, kontrol mekanizmalı, güvenlikli bir yeni sosyal kontrat yazılmalı.

Yoksa cumhurbaşkanı nerede oturmuş, kabineye ne kadar süreyle ayda kaç defa başkanlık etmiş, kiminle yemek yemiş, kimle yemek istememiş... Bunlar da elbette önemli ama hiçbiri yaşamsal değil.

* * *
Diğer yandan, çağdaş demokratik toplumlarda halkın gerek yönetime katılımı, gerekse anayasayla korunan haber alma hakkının işlerliği ancak basın ve ifade özgürlüğüyle mümkündür. Fikir ve basın hürriyeti demokrasinin temelidir, unutulmamalıdır.

Maalesef basın ve ifade özgürlüğü konusunda Türkiye’nin, dünya sıralamasında çok gerilerde bulunması esef vericidir. Bu durum, ülkemizde bu konuda acil iyileştirmeler yapılması gerektiğinin açık bir göstergesiyken gelişmeler maalesef durumun daha da kötüye gitmekte olduğuna işaret etmektedir. Bu durumdan endişe duymakla birlikte maalesef bizim çalışmalarımız da bu raporlarla örtüşmekte, ülkemizdeki durumun basın ve ifade özgürlüğü açısından iç karartıcı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ve diğer konuları içeren ve benim de proje koordinatörü olduğum Gazeteciler Cemiyeti “Özgürlük için Basın” 2014 İfade ve Basın Özgürlüğü İhlalleri raporunu bugün açıklıyoruz.

İfade özgürlüğü ve özgür basın, çağdaş, katılımcı, çoğulcu demokrasinin olmazsa olmazlarıdır. Halkın haber alma hakkı, ülkenin geleceğini oyuyla şekillendirmesi beklenen halka doğru karar verebilme, doğru tercihlerde bulunabilme imkânları sunabilmesi açısından demokrasilerin temel güvencesidir. İfade ve basın özgürlüğünün kısıtlanması, gazetecilerin siyasi veya sermaye baskısıyla görevlerini özgürce yapabilme imkânından mahrum bırakılması, sayfaların, ekranların, haber portalları ile sair platformların eleştiri hakkını kullanan veya haberleri belli bir siyasi gözlükle kullanmayı reddeden meslektaşlarımıza kapatılması, günümüzün en ciddi sorunlarındandır.

Çağdaş demokrasinin temel direklerinden olan ifade ve basın özgürlüğünün uygulanmasına engel yasalar, kararnameler ve akreditasyon duvarlarıyla, temel görevi halka haberi zamanında ve doğru olarak iletmek olan gazetecinin görevini layıkıyla yerine getirmesi olanaksız kılınmakta, dolayısıyla da halkın haber alma hakkı ihlal edilmektedir.

Ağır kutuplaşma altında ülke gündemine bir anda gelen ve demokrasiye, insan haklarına, ifade ve basın özgürlüğüne çıkacak faturası üzerinde yeterince durulmayan yeni kanunlar Türk basını üzerinde ilave baskı oluşturma potansiyeline sahiptirler. İfade ve basın özgürlüğünü ve aynı zamanda da halkın doğru, zamanında, sağlıklı haber alma hakkını kıskaç altına alan yasaların uzun vadede kimseye yararlı olamayacağı açıktır. Gazetecinin halk adına denetim görevi bulunduğu ve bu nedenle demokrasilerde latife olarak da olsa basının dördüncü kuvvet olarak tanımlandığı unutulmadan, muhalif gazete, televizyon ve internet medyasına, eleştiri hakkını kullanan entelektüellere ve köşe yazarlarına “tahammül” edilmelidir.

Türkiye’nin uluslararası kurumlarca hapiste en fazla gazeteci bulunduran ülkelerden biri olarak gösterilmesi; 21 gazetecinin günümüz Türkiye’sinde cezaevlerinde çile doldurmakta olması ve en kötüsü gazetecilerin iş, aş, güvenlik veya çevre kaygılarıyla kendi kendilerine oto sansür uygulamaları bugünün acı gerçeklerindendir.

Ancak, Türk basınının belki de en önemli sorunu gazetecinin iş, aş kavgası ve bu kavgada yalnız kalması değil midir? Sendikasızlaşan ve iş güvenliğinden yoksun olan bir medya ülke sorunlarına ne kadar ve hangi cesaretle eğilebilecektir.
Gazeteciler Cemiyeti olarak biz Özgürlük için Basın projesiyle sorunların altına elimizi koymaya, çözüm aramaya gayret ediyoruz. Her şey her zaman ilk adımla başlar. Biz adım attık, sizleri bekliyoruz.
Bu haber 1733 defa okunmuştur

:

:

:

: