Tek başına NATO Garantörlüğü Muhtemel mi?(II)

Bilindiği üzere NATO soğuk savaş yıllarında 1949’da SSCB karşısında kurulan askeri bir ittifak kuruluşu olmuştur.

Bilindiği üzere NATO soğuk savaş yıllarında 1949’da SSCB karşısında kurulan askeri bir ittifak kuruluşu olmuştur. Lakin bugün bu yapısı 1989 sonrası tamamen değişime uğramış ve daha geniş boyutlu bir eksende varlığını sürdürülebilir hale gelmiştir. Avrupa-Atlantik birliği olarak uluslar arası cereyan eden başta terörizm,enerji güvenliği, etkin çatışmalar gibi küresel güvenliği ilgilendiren kavramlar ile şekillenmiştir.
Şimdi Kıbrıs konusunda NATO garantörlüğünü dile getiren söylemler karşısında, şu izahatlar ortaya konabilir; Olası bir anlaşmada, adada NATO garantörlüğü tesis edilir ve iki toplum arasında yeniden etnik çatışmalar baş gösterirse ki yüksek bir ihtimaldir, NATO Yunanistan vetosu ile adaya müdahale hakkını kullanamayabilecektir. Kaldı ki, NATO görevleri içerisinde toplu güvenlik anlayışı hakimdir. NATO’nun herhangi bir devletin kendi içinde cereyan edecek iç çatışmaya müdahale hakkı 14 maddede belirtilmemiştir. NATO yalnızca kendi üyelerinden birine saldırı olması halinde tüm üye devletlere saldırı olduğunu kabul eden savunma anlayışına sahiptir. NATO antlaşmasının 5.maddesi ;“Taraflar, Avrupa veya Kuzey Amerika’daki üyelerinden biri ya da daha fazlasına karşı silahlı bir saldırıyı, anlaşma taraflarının tümüne yapılmış sayacakları konusunda mutabık kalmışlar ve sonuç olarak ta böyle bir silahlı saldırı gerçekleştiği taktirde , taraf devletlerin her biri, BM Şartının 51. maddesinde belirtilen toplu veya bireysel savunma hakkının kullanılmasında saldırının muhatabı olan taraf ya da taraflara derhal karşı saldırı konumuna geçerek yardım edecek, ve diğer taraflarla iş birliği içersinde silahlı güç kullanımı, Kuzey Atlantik Bölgesinin güvenliğinin devamının sağlanması da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemleri düzenleyeceklerdir.Böyle herhangi bir saldırı ve alınan bütün önlemler acilen Güvenlik Konseyine rapor edilecektir. Bu önlemler, Güvenlik Konseyinin durumu çözüme kavuşturmak ve uluslar arası barış ve güvenliği sürdürmek için gerekli adımları atması halinde bu önlemlere son verilecektir” şeklinde düzenlenmiştir. Bu hükümde de açıkça görüldüğü üzere,tarafların silahlı saldırıya uğraması dışarıdan gelecek başka bir devlet tarafından olarak değerlendirilmektedir. Zira NATO’nun kalıcılığı oybirliği sisteminden kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla tüm kararlar oy birliği esası üzerinden hayat bulabilir. Böylesi bir yapıda adada baş gösterebilecek yeni olası bir çatışma ortamı karşısında Yunanistan’ın veto ihtimali göz ardı edilmemesi gereken bir durumdur.
NATO’nun yeni stratejik konseptinde artık askeri müdahale alanına insan hakları ihlalleri, etnik yada dinsel çatışmaları eklese de sahip olduğu sistem gereği oy birliği hükmü geçerlidir. Bu durum Roma Deklerasyonu(1991)’de ortaya konmuştur. Ancak Roma Deklerasyonu’na göre (1991) “NATO artık Avrupa'yı etnik ve dinsel çatışmalara, sosyo - ekonomik sorunlara, toprak ihtilaflarına, kitle imha silahlarına ve füzelerin yayılması gibi yeni belirlenen tehdit unsurlarına karşı koruyacaktır. Ayrıca, Körfez Savaşı ve sonraki Körfez bunalımlarında NATO'nun çok uluslu ittifak içine dahil edilmesi ve kaynaklarının kullanılması NATO'ya yeni bir zemin sağlamıştır. NATO, yeni stratejik konseptin uygulanmasındaki tarihi fırsatı Bosna'da yakaladı ama Soğuk Savaş sonrasının yeni koşullarına uyum gösterme ve yeniden yapılanma çabası içinde, edilgen davranılmıştır.

BM'nin Güvenlik Konseyi'nden yetki alınmaması müdahaleyi birkaç yıl geciktirmiştir. Sonuç 250.000 ölü...”(Erşahin,milliyet gazetesi). Unutulmaması gereken bir hadise de bu dönemde Yunanistan’ın Bosna Hersek ve Kosova olayları sırasında NATO’nun üstlenmeye çalıştığı askeri müdahaleye Yunanistan’ın karşı çıkmış olmasıdır. Sonuçta binlerce sivilin katledilmesi hangi veto içeren güvenlik anlayışına sığmaktadır?

Pek tabi ki bu durum NATO’nun 5.maddesi dışında yeni bir müdahale anlayışını ortaya koysa da NATO içerisinde yer alan her bir devlet kendine münhasır sorunlar ile uğraştığı yada kendi çıkarları çerçevesinde politikalar yürüttüğü göz ardı edilmemelidir. Örneğin Yunanistan’da yer alan Batı Trakya sorunu. Bu konu esasında ayrıca kaleme alınması gereken bir konudur. Zira Lozan antlaşmasında öngörülen hükümlere ve mutabakatlara rağmen bugün Batı Trakya Türklüğü oldukça sıkıntılı konumdadır. Hele de Hrisi Avgi örgütünün zaman zaman Türklere veya ibadet yerlerine saldırıları dikkate alındığında, bu konu Yunanistan’ın iç meselesi olarak değerlendirilip gerek NATO gerekse uluslararası kamuoyu tarafından sessiz kalınmaktadır.

Bugün Kıbrıs konusunda NATO güvenliğinin söz konusu olabileceğini deklere eden taraflar, esasında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de etkinliğini ortadan kaldırmak, Kıbrıs Türkünün güvencesinin teminat altına alınmasından öte yeni kurulması arzulanan düzende oluşacak bağımsız ve iki eşit toplum çerçevesinde öngörülecek çözüm modelini sekteye uğrayabileceğinin farkında değildirler. Rum yönetimi ve Yunanistan bu konuda oldukça stratejik davranmakta ve garantileri çağ dışı gösterme arzusu ile uluslar arası hukuka aykırılığını gündeme getirmektedirler. Oysa Garantiler hem yeni oluşturulması istenen düzenin güvencesi, hem de Kıbrıs Türklerinin adadaki varlığının teminatı olmaya devam edecektir.

Unutulmamalıdır ki Rumların evvelden anayasal düzende öngörülen vazgeçilmez hükümler çerçevesinde , Kıbrıs Türklerin ortak eşitlik temelinde söz sahibi olmalarına tahammül edememeleri 13 maddelik anayasa değişiklik taleplerini gündeme getirecek ve hemen akabinde terörist eylemlerin Kıbrıs Türklerine karşı başlatılması ile sonuçlanacaktır. 1963 hadiseleri ve sonrasında cereyan eden gelişmeler adada vukuu bulan en önemli kırılma noktalarından biri olmuştur. 1960 senesinde nice umutlarla kurulan cumhuriyet yaşanılan üzücü olaylar arifesinde artık iki toplumu temsil edemez yapıda olmuştur. Rumların bu süreçte garantilerin kaldırılması yönünde BMGK’ne başvuruları neticesinde adaya gönderilme kararı alınan UNFICYP de etkisiz ve güvenliği teminat altına alan bir durumda olmamıştır. Nitekim, 1964 senesinde BM himayesinde adaya gönderilen UNFICYP adada ne 64 sonrası gerçekleşen soykırımların önüne geçebilmiş ne de adada güvenliği sağlayabilmiştir. 11 sene adanın %3’lük alanında gettolarda yaşamak zorunda bırakılan Kıbrıs Türkü 1960 hukuksal statüden zerre kadar faydalanamaz halde varoluş kavgasını verirken 1968 senesinde başlayan toplumsal görüşmelerde federal bir çözüm modeline yönelir olmuştur.

Şüphesiz , bu satırlarda çekilen acıları , olayları anlatmak mümkün değildir. Lakin burada önemli olan Garanti antlaşmalarının varlığına rağmen adada 1963-74 yılları yaşanmış olmasıdır. 1964 senesinde Erenköy olayları 1967 Geçitkale-Boğaziçi, 1974 Sampson Darbesi, 1974 Taşkent , Zigi, Terazi, Muratağa, Atlılar, Sandallar soykırımları hepsi de Garanti Antlaşmasının mevcudiyeti ve adada sembolik orandaki askeri sayıya rağmen gerçekleşmiştir. Ne ilginçtir ki adanın asayişini sağlamak adına Türkiye haricinde hiçbir ülke kılını kıpırdatmamış ve katliamları izlemeyi tercih etmiştir. Sampson Darbesinde dahi adayı Yunanistan’a bağlayan faşist bir iktidar karşısında çaresiz kalan Makarios adaya müdahale edilmesi çağrısını BM çatısı altında gerçekleştirmesi dünya devleri tarafından pek de kayda alınmamıştır. Bundan sonraki yazımda GKRY-Yunanistan’ın özellikle üzerinde durduğu NATO-AB garantörlüğü ele alınacaktır. (Devamı yarın)
Bu haber 365 defa okunmuştur

:

:

:

: