1953 doğumlu Japon asıllı Amerikalı muhafazakar düşünür Francis Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitişini incelediği “The End of History” ve “The Last Man” adlı eserleriyle dünya çapında haklı bir şöhrete kavuşmuş önemli bir çağdaş düşünürdür. Temelde komünizmin çökmesiyle tüm dünyada liberalizmin alternatifsiz hale geldiğini ve tüm devletlerin er veya geç bu ideolojiyi kucaklayacağını iddia eden Fukuyama, formasyonu itibariyle de çok ilginç bir düşünürdür. Japonya’nın önemli entelektüellerinden olan büyükbabası 1905 Japon-Rus Savaşı’nda ABD’ye göç etmiş olan Fukuyama, babası Protestan rahibi olmasına karşın açık görüşlü bir agnostiktir. Cornell Üniversitesi’nden lisans, Harvard’dan da doktora derecesini alan Fukuyama, doktora tezini SSCB’nin Ortadoğu politikaları üzerine yazmıştır. Buna ek olarak, Fransa’da Jacques Derrida ile postyapısalcılık üzerine çalışmalar yapmıştır. Harvard sonrasında RAND Corporation’a giren Fukuyama, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın çeşitli kademelerinde de görev yapmıştır. 1989 yılında, Fukuyama muhafazakar The National Interest dergisinde “The End of History?” başlıklı kısa bir makale yayınlamıştır. Bahsedilen meşhur kitabı ise, bu makaleyi takiben yayınlandı. Kimileri tarafından başarısız bulunsa da, kitap, son yılların en çok ilgi çeken ve tartışma yaratan dış politika kitabı olmayı başarmış önemli ve daha şimdiden klasikleşmiş bir çalışmadır.
“Tarihin Sonu” ifadesiyle, Fukuyama, siyasal ve sosyal örgütlenmeye hükmeden yasal temel ilkelerle ilgili olarak düşünce tarihine atıf yapmaktadır. Onun temel savı normatiftir. Fukuyama’ya göre; 20. yüzyılın sonunda liberal demokrasi ve kapitalizmin bileşimi, diğer herhangi bir siyasal/ekonomik sisteme karşı üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu başarının arkasındaki sebep, insan doğasının temel güdülerini tatmin edebilme kapasitesidir. İnsan doğası, temelde 2 istek barındırır; birincisi maddi ihtiyaçlar ve zenginlik, ikincisi ise insan olarak değer görebilmektir. Kapitalizm, mal ve hizmet üretimini maksimuma çıkarmak için en iyi ekonomik sistemdir ve zenginliği yaratmak için bilimsel teknolojinin kullanılması açısından da en uygun olanıdır. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, madalyonun sadece bir yüzüdür. Zira ekonomik olarak son derece başarılı olan otoriter yönetimler de mevcuttur. Ancak bu yönetimler, siyasal özgürlük, eşitlik gibi insanın değer görmesini sağlayacak ortamı yaratamazlar. Tüm bunlara karşın, Fukuyama’ya göre “Tarihin Sonu” da güzel bir haber değildir. Zira sistemde fazla eşitlik varsa ve uğruna mücadele edilecek bir sebep yoksa, insanlar kendilerine barış ve güven getiren sisteme karşı bile ayaklanabilirler. İkinci kitabı olan “Trust: The Social Virtues and The Creation of Prosperity” (1995), Fukuyama’nın Japonya’yı Amerikan demokrasisine alternatif olarak incelediği bir diğer önemli çalışmasıdır. Bu eserlerde, Fukuyama, yaygın olarak Hegel ve Plato’ya başvurmuştur. Kitap, 2 sebepten dolayı provokatiftir. İlki, sosyal sermaye yeni bir kavram olmamasına rağmen, bu çalışmada yeni bir düzlemde kullanılmaktadır. İkincisi, Fukuyama, bu eserde Asya ekonomilerinin büyümeleri hakkında genelleme yapmayı yok etme düşüncesindedir. Özellikle geliştirdiği Japonya-Çin ayrımı dikkat çekicidir.
11 Eylül sonrasındaki olaylar, Fukuyama’yı “Tarihin Sonu” tezini yeniden gözden geçirmeye zorlamış ve 2005 yılında kendisi “State-Building: Governance and World Order in 21st Century” adlı yeni bir kitap yazmak zorunda kalmıştır. Bu eserde, liberalizmin üstün değerlerine karşın, devletin önemine vurgu yapmakta ve “failed-state” (başarısız devlet) kavramıyla iç savaşların artması ve ekonomik gerikalmışlığı açıklamaktadır. Sonuçta, Fukuyama’nın çalışmaları zihin açıcı ama aynı zamanda rahatsız edicidir. Isaiah Berlin’in ifadesiyle; Fukuyama, “ne sadece tek bir önemli şeyi bilen kirpi, ne de birçok şey bilen tilkidir”, aslında ikisi birdendir. Kendisi, yaşayan en önemli düşünürlerdendir.