İnsanoğlu, doğumdan ölüme her geçen gün, her geçen saat, an be an, mutluluğu arar; bitmeyen, eskimeyen güzelliklerin peşindedir. Yunus Emre’nin Mezarlığı olmayan köyü aradığı gibi arar durur. Ta ilk insanla başlayan bu arayış, son insana kadar devam edecektir.
Hep şunu kendisine sorar durur: Ben kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Çaresiz bu devir daim çarkının içerisine her birimiz dâhil olmuşuz. Bundan kaçışımız ve buradan çıkışımız mümkün değildir. Bu arayışımız esnasında birçok sıkıntılar çekeriz. Dertler, kederler, çeşitli, musibetler, ayrılıklar, üzüntüler, köşe başlarında bizi beklerler. Hiç umulmadık anda karşımıza çıkarlar. Daha birinden kurtuldum derken bir diğeri ile yüzleşiriz. Hayat böyle bir şeydir. Acısıyla tatlısıyla bir bütündür. Hep güzellikler olsun deriz amma güller bile dikenlerin arasında bize sunulmuştur.
Bir gün Süleyman Aleyhi sselam demiş ki, “yarın acısız kedersiz telaşsız bir gün olsun. Azrail aleyhi selam gelip demiş “ya Süleyman Rabbinden öyle bir şey isteminki o istediğin bu dünyada yoktur halde gitme vaktidir.”
Bu gün biz de her ne kadar güzellikleri artırmaya gayret etsek bile bir yandan acılar, kederler gelip bizi buluyor. Bizi bu dünyaya gönderen Rabbimiz, ebedi mutluluğun yollarını ararken yorulacağımızı, bunalacağımızı, sıkıntıya düşeceğimizi, yolumuzu şaşıracağımızı bildiği için, bize ebedi mutluluğun yollarını gösteren kılavuzlar göndermiştir. Dünya denen şu çileler harmanında o kılavuzlara tabi olmayı başarabilirsek o zaman bütün bu kederlerle sıkıntılarla baş edebiliriz.
Günde beş defa çeşitli makamlarla semayı dolduran bir ses vardır. İçerisinde ilahi mesajlar olan bir ses. Bir cümlesini hatırlatayım.” Haydi, felaha” diyor o ses. Günde beş defa ikişer kere tekrarlandığına göre on defa haydi felaha diye bir çağrı duyuyoruz. Felah, kurtuluş demektir. Neden kurtuluş? Her türlü sıkıntıdan, üzüntüden, kederden beladan, ahirette ise Azaptan kurtuluş… Ne yazık ki bu sese kulak vermek ve gereğini yapmak için o kadar gayretli olduğumuz söylenemez. Hâlbuki ki bizi bu dünyaya gönderen Rabbimiz, aradığımız mutluluğun adresini gösteriyor. Bizi huzuruna çağırıyor. Verdiği bunca nimetin bir şükranesi olarak huzurunda eğilmemizi secdelere varmamızı emrediyor. Adeta diyor ki: ”Ey kulum aradığın mutluluk burada! Başka yerde arama. İstediğin sonsuzluk yurdunda seni kurtaracak olan şey işte budur”…Dikkat edecek olursak geçmişten bu güne birçok dinler gelmiş geçmiş. Hepsinin de ibadet kavramı altında birçok uygulamaları olmuştur. En son ve en mükemmel din olan dinimizin temel ibadetlerinden biri de az önce bahsettiğim o çağrı ile çağrıldığımız namaz ibadetimizdir. Hiç dikkatimizi çekti mi bilmem, başka hiçbir dinde insan sesiyle, kelimelerle yapılan bir ibadet çağrısı yoktur. Sadece bizim dinimizde bu vardır.
Tarihi olarak ta, Medine’de Mescid-i Nebinin inşası zamanına denk gelir. Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Fakat Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tespit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyor, vakit girince namazlarını eda ediyorlardı.
Resûl-i Ekrem bir gün Ashab-ı Kiramı toplayarak kendileriyle nasıl bir dâvet şekli tespit etmeleri gerektiği hususunda istişare etti. Sahabelerine bazıları, Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecûsilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp, yüksek bir yere götürülmesini teklif etti. Peygamber Efendimiz, bu tekliflerin hiç birini beğenmedi.
O sırada Hz. Ömer söz aldı:
'Ya Resülmalle! Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?' diye sordu.
Resul-i Ekrem o anda Hz. Ömer'in teklifini uygun gördü ve Hz. Bilâl'e, 'Kalk Ya Bîlâl, namaz için seslen' diye emretti.
Bunun üzerine Hz. Bilal bir müddet Medine sokaklarında, 'Esselâ, Esselâ(Buyurun namaza! Buyurun namaza!)' diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.
Abdullah Bin Zeyd'in Rüyâsı
Aradan fazla bir zaman geçmeden Ashabdan Abdullah bin Zeyd bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bugünkü ezân şekli kendisine öğretildi.
Hazret-i Abdullah sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyâsını Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Ekrem, 'İnşallah bu gerçek bir rüyâdır' buyurarak dâvetin bu şeklini tasvip etti.
Hz. Abdullah, Resûl-i Ekremin emriyle ezan şeklini Hz. Bilâl'e öğretti. Hz. Bilâl, yüksek ve gür sadasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı:
'Allahü ekber, Allahü ekber!
'Allahü ekber, Allahü ekber!
'Eşhedü enlâilâhe illallah!
'Eşhedü en lâilâhe illallah!
'Eşhedüenne Muhammeden -resûlullah!
'Eşhedüenne Muhammeden-resûlullah!
'Hayye âle's-salâh, Hayye âle's-salâh!
'Hayye âle'l felâh, Hayye âle'l felâh!
'Allahü ekber, Allahü ekber!
'Lâilâhe illallah!'
Hz. Ömer de Aynı Rüyâyı Görüyor
Medine ufuklarının bu sadâ ile çınladığını duyan Hz. Ömer, heyecan içinde evinden çıkarak, Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Durumu öğrenince, 'Yâ Resûlallah! Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, Abdullah'ın gördüğünün aynısını ben de görmüştüm' dedi.
Biraz sonra birkaç kişi daha geldi, aynı rüyâyı gördüklerini söylediler. Peygamberimiz (s.a.v.) birkaç kişinin aynı şeyi görmesinden dolayı Allah'a hamd etti.
İşte o günden bu güne bu çağrı, Müslümanların bulunduğu her yerde yankılanıp duruyor. Dikkat edecek olursak, Vahiy Mekke’de başladı amma ezan Medine’de okunmaya başladı. Medine’nin şartlarını hatırlayacak olursak, Mekke’deki zulüm,baskı ve işkence ortamına karşın Orada serbestlik vardı hürriyet vardı.İslamın yükselişi vardı.Buradan da şunu anlıyoruz ki Ezan,hürriyetin sembolüdür.
Mehmet Akif ERSOY’un “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” dediği gibi. Rabbim semalarımızdan ezan seslerini eksik eylemesin. Ve ezanı duyduğumuzda da icabet şevkimizi artırsın. Bizi çağıran, Bize bu vatanı, bu dünyayı, bu hayatı bu kainatı, emanet veren, sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan eden yüceler yücesi Rabbimizdir.
Çağıran Rabbimiz, çağırılan biz
İhsanı olmasa neye sahibiz.
Sonsuz şükrederek secdeye var da
Görülsün alnında mübarek bir iz
Bu kutlu davete icabetle geçmiş bir ömür dileğiyle.