Peygamber efendimizin dünyaya gelişlerinin Kameri takvime göre yıl dönümünü çeşitli etkinliklerle idrak ettiğimiz bu günlerde bir durum muhakemesi yapalım istedim. Bunu yaparken zaman zaman ortada durup bir o güne bir de bu günlere bakmak düşüncesindeyim. Belki bu sayede gönül dünyamızda bir şeyler hareke geçer de bir hayra vesile oluruz. Zaten Peygamber efendimizi anmak demek onu anlamak, hayatından hayatımıza bir şeyler aktarabilmek demektir.
Siyer kitaplarından şu satırları okuduğumuzda, o dönemin yaşantısı hakkında kısaca bilgi sahibi olabiliyoruz. Habeşistan’a yapılan hicret neticesinde, kendilerinin iadesini istemek üzere gelen Mekkeli müşriklerin isteklerinin reddi için
Söz alan Cafer bin Ebu Talip, Kral Necaşi’ye şöyle diyordu:
“Ey hükümdar, biz cahil bir kavimdik. Taştan, ağaçtan yaptığımız putlara tapıyorduk. Kız çocuklarımızı diri diri toprağa gömüyor, içki, kumar, fuhuş ve her türlü ahlâksızlığı yapıyorduk. Hak hukuk tanımıyorduk. Kuvvetliler zayıfları eziyor, zenginler fakirlerin sırtından geçiniyordu.
Cenâb-ı Hakk bizim hidayetimizi diledi ve içimizden soyu-sopu, asâleti, ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü hakkında kimsenin asla kötü söz edemeyeceği bir Peygamber gönderdi. O bizi puta tapma zilletinden kurtardı. Tek Allah’ı tanıttı. Yalnız O’na kulluğa çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğru söylemeyi, emâneti gözetmeyi, akrabalık haklarına riâyeti, komşularla hoş geçinmeyi öğretti. Yalan söylemeyi, yetim malı yemeyi, haksızlık etmeyi ise yasakladı.” Şimdi burada durup Bir o güne bir de bu güne bakalım. İki yaşantıyı yan yana koyup kararımızı kendimiz verelim. Zulüm, haksızlık, içki, kumar, fuhuş, çocukları öldürmek bu gün de aynı devam etmiyor mu? O’nun gelişinin öncesindeki döneme cahiliye denilirken, Onun nuruyla aydınlanmış döneme de asr-ı saadet deniliyordu. Bu gün de aynı nurla dirilmeye ne kadar ihtiyacımız var değil mi?
Hazreti Ömer’in şöyle söylediği rivayet edilir. “İslam öncesi döneme ait iki hatıram var birini hatırlayınca gülesim gelir diğerini hatırladığımda ise gözlerim dolar. Birisi şu: Helvadan put yapar önce ona tapar, karnımız acıkınca da onu yerdik. Bunu hatırladıkça gülüyorum. Diğeri ise, bir kızım vardı ben onu toprağa gömmeye çalışırken o ise elleriyle sakalıma üstüme başıma bulaşan tozları gidermeye çalışıyordu. Bunu hatırladıkça da gözlerim doluyor. İşte bu Ömer, Adalet timsali Hazreti Ömer oldu. Gecenin karanlığında sırtında erzak çuvalıyla Medine sokaklarında dolaşan, acep bir ihtiyaç sahibi var da benim bundan haberim olmadı mı? Halkım ne durumda diye meraklanan, derdine çare olamadığı bir Müslüman için endişelenen Ömer. ”Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu yese korkarım ki Allah bunun hesabını benden sorar” diyerek endişelenen bir Ömer. Kudüs’ü teslim almak üzere yola çıktığında kendisine yol arkadaşı olarak gelen kölesiyle aynı deveye sırayla binen, tam Kudüs’e girmek üzereyken deveye binme sırası kölede olduğu için köle devenin üzerinde, kendisi önde yürüyerek şehre giren bir Ömer. Bir arkadaşı ziyaretine geldiğinde çalışmakta olduğu için ona iltifat etmeyip, işi bittikten sonra yanmakta olan mumu söndürüp yeni bir mum yakarak “geldiğinde devlete ait bir iş yapıyordum. Yanan mum da, devletin mumuydu. Artık işim bitti devlete ait olan mumu söndürdüm. Kendi paramla aldığım mumu yaktım artık istediğimiz kadar oturabiliriz” diyen Ömer... Haydi, bir daha bakalım, hangimizde var bu hassasiyet? Etrafımızda olup biten hadiselerden ne kadar haberimiz var? Zulmü ve haksızlığı önlemede ne derece gayret sahibiyiz. Fakirleri yoksulları görüp gözetme hususunda ne yapıyoruz? Devletin milletin malını muhafaza etme gayretimiz ne durumda.
Kendi yiyeceklerini misafire ikram ettikleri için haklarında, “… Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Diye ayet inen sahabe duyarlılığında bir gönle sahip miyiz?
Yermük savaşının sonunda son nefeslerini verirken bile önce kardeşim içsin diyerek bir yudum suyu içemeden huzur-u ilahi ye ulaşan şehitlerin halinden hiç ibret alıp kendimize hisse çıkarabiliyor muyuz? Ayağına saplanan ok parçasını “durun ben namaza durayım da öyle çıkarırsınız” diyerek kendinden geçercesine aşkla namaz kılan Hazreti Ali’nin halinden hangi hal bize yansıyor.? Örnekleri çoğaltmak mümkündür Yüzlerce fazilet tablosu nakledilebilir. Hülasa olarak şunu ifade etmek isterim. Mevlit kandilini bir de bu gözle değerlendirsek nasıl olur? O nurun aydınlığında halimizi bir muhasebe etsek. Hayatımızda yeni başlangıçlara vesile olması dileğiyle mevlit kandilinizi kutluyorum.
Az önce bahsettiğim Yermük kahramanlarını anlatan bir şiirle bitirelim
YERMÜK’TE ÜÇ GÜL
Yermük meydanında yaralı canlar,
Toprağa sızıyor mübarek kanlar
O gaza vaktinde can pazarında
Faniden bakiye geçilen anlar
Huzeyfe kırbayı eline aldı
Bir ümit diyerek meydana daldı
Ağır yaralanmış kanlar içinde
Amcasının oğlu Haris’i buldu
Su içmeye hazır olduğu anda
İkrime’nin sesi geldi bu yanda
Dedik bu suyu ona götürün
Belli ki hararet fazladır onda
İkrime’ye vardı suyun kırbası
Duyuldu öteden Iyaş’ın sesi
Dedi yetiştirin bunu Iyaş’a
Daha vermemişse en son nefesi
Vardılar ki Iyaş dünyadan göçmüş
Döndüler İkrime peşinden uçmuş
Baktılar Haris de vuslat yolunda
Su diye şahadet şerbetin içmiş.
Yaralanıp susuzluktan yandılar
Son nefeste birbirine sundular
Muhabbet içinde uçup gittiler
Beka yamacına varıp kondular
Bin sene de geçmiş olsa aradan
Muhabbet nişanı çıkmaz şuradan
Dilerim ki insanlığın gönlüne
Böyle bir muhabbet versin Yaradan.