Bizi doğru yola götürecek soru…

Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay, her ne kadar bu hükümetin Kıbrıs konusunda uzlaştığı bir ana fikir olmasa da son günlerde sık sık görüşlerini açıklamaktan geri durmuyor.

Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay, her ne kadar bu hükümetin Kıbrıs konusunda uzlaştığı bir ana fikir olmasa da son günlerde sık sık görüşlerini açıklamaktan geri durmuyor.

Her ne şart altında olursa olsun Kıbrıs müzakerelerinin yeniden başlamasını savunan kesimlere seslenen Özersay, dün yine önemli uyarılarda bulundu.

“Ortak vizyon eksikliği, hatta örtüşmeyen ve giderek de uzaklaşan iki farklı vizyon sorunu ayan beyan ortadadır” diyerek gelinen durumu ortaya koyan Dışişleri Bakanı, “Adanın geleceğine dair ihtiyaç duyulan ortak vizyon ve anlayışın bulunmadığı bu kadar aşikarken, hiç bunu sorgulamadan doğrudan müzakereye başlama çabasını sakıncalı buluyorum” dedi.

Peki bu sorgulamayı yapmayanlar, daha doğrusu Sayın Özersay’ın yaptığı bu uyarıyı dikkate almayanlar neden bir an önce müzakerelerin yeniden başlamasını istiyor?
Eğer amaç çözüm değilse, bu müzakere neden yapılmak isteniyor?

Daha doğrusu neden müzakere edilmek isteniyormuş gibi gösterilmek isteniyor?

Evet doğru ifade budur.

Gerçekten de Rum tarafı bugüne kadar müzakere etmekten ziyade müzakere ediyormuş gibi bir pozisyon üstlenmeyi yeterli buldu.

Dışişleri Bakanı Özersay, bu duruma ilişkin de şu tespitte bulundu:

“Kıbrıs’ta bugüne kadar yaşanan başarısızlığın asıl nedeni; Kıbrıs Rum tarafının statükodan bizim kadar rahatsız olmuyor oluşudur; federal ortaklık denilen şeyin yönetimi ve zenginliği paylaşmaktan geçtiğini görmek istemiyor, bu paylaşma mantığını içine sindiremiyor oluşudur.”

Mesele bu kadar basit.

Bir de bizim içimizde hayal dünyasında yaşan bir kesim var.

Her ne şart altında olursa olsun müzakere masasının kurulmasını isteyen, bu işin çözüleceğini uman o kesim, Rum tarafının tutumunu görmezden geliyor.

Elbette olası bir çözüm iki kesimin ortak zenginliği anlamına geldiği için ambargolar altında ezilen bir ülkeden bütün dünyanın tanıdığı ortak bir devlete dönüşme hayalini de içerdiği için herkesin idealidir.

Ama mesele Sayın Özersay’ın da altını çizdiği gibi oluşacak karşımızda bu yeni devlette ortaklığı içine sindiremeyen, daha doğrusu Kıbrıslı bir Türk’ün başkanlığında bir dönem de olsa bu ülkenin yönetilmesini içine sindiremeyen bir ulusun varoluşudur.
Gelin o tarihi fırsatta, yani 2004’teki Annan Planı sırasında dönemin Rum Yönetimi lideri Tasos Papadopulos’un ağlayarak halkından nasıl ‘hayır’ oyu vermesini istediğini bir kez daha hatırlayalım.
Ne demişti Papadopulos:
“Rum halkı seni 24 Nisan'da güçlü bir ‘hayır’ demeye davet ediyorum. Adaleti savunmanı, onurunu savunmanı istiyorum. Ben Annan planının kabul edemem, bu şekilde imzalayamam. Ben bir devlet teslim aldım, bir toplum teslim etmeyeceğim…”
İşte bu sözler aslında 14 yıldan bu yana hiç değişmedi.
Rumlar şu anda kendilerini daha da güçlü hissediyor. AB üyesi bir devlet oldular. Ve bundan sonra asla Kıbrıslı Türklerle bu adayı ortak yönetmeye yanaşmazlar.
Tabi eğer azınlık olmayı içimize sindirirsek o başka. O zaman Rumlara düğün bayram.
Peki ya bu topraklara düşen onca şehit, onca kayıp, yaşanan acılar…
Onlara bu sorunun cevabını içimiz rahat verebilecek miyiz?
Ya da Papadopulos’un deyimiyle, o sözleri Kuzey’de bizlere uyarlarsak, bir devlet teslim alanlar, bir toplum bile değil, olası bir anlaşmayla azınlık teslim etmeyi içlerine sindirecek mi?
Rumların 14 yıl önce verdiği bu sorunun cevabını bugün Kıbrıslı Türkler de vermek zorundadır.
Emin olun, bu sorunun cevabı bize doğru yola götürecektir…



Bu haber 350 defa okunmuştur

:

:

:

: