Mektup kimdenmiş?

Lise yıllarım… Ben Edirne Öğretmen Okulunda okuyorum o yıllar… Yaz tatili…

Lise yıllarım… Ben Edirne Öğretmen Okulunda okuyorum o yıllar… Yaz tatili…

Anneannemlerdeyim. Akşamüstü bir arkadaşımdan dönüyorum eve… Kapı sesini duyan büyükannem neşeli bir sesle yukardan sesleniyor…

- Ayşe Kızım sen misin?
- Evet, büyükanne benim…
- Yukarı gel, muştumu (müjdemi) isterim… Yavuklundan (sevgilinden) name (mektup) var…

Koşarak yukarı çıkıyorum. Beyaz tenli, ela gözlü anneannem, sedirde oturuyor. Gözlerinin içi gülerek elindeki zarfı sallıyor… Yanaklarım al al, zarfı almaya uzanıyorum. Sonra aklıma geliyor, benim büyükannemin okuma yazması yok… Mektubun sevgilimden geldiğini nasıl anladı acaba… Yanına oturuyorum. Tekrar muştumu isterim diyor ya, yağma yok… Soruyorum:

- Büyükanne mektubun sevgilimden geldiğini nasıl anladın?

- (Muzipçe gülüyor… Kendinden son derece emin… Zarfın üstüne yapıştırılmış Ömer Seyfettin pulunu gösteriyor…) İşte diyor, sureti burada….

AH! Büyükannem ah! Sizler ne kadar zekiydiniz… Ne güzel yakıştırmalar yapardınız… Okumanız yazmanız yoktu ama insana değer verirdiniz… Büyüğe, küçüğe nasıl davranmak gerektiğini; insanın değerini, erdemlerimizi ben hep sizden öğrendim… Sen de dedem de AKİL ve İZAN sahibi kimselerdiniz…

Kuşu, böceği, çiçeği sizinle sevdim. Bahçemdeki MOR ZAMBAKLAR senin için büyükanneciğim… Onları ne zaman görsem sen aklıma düşersin…

YAŞAM

Gün batımlarında
Yanıp sönüyor zaman
Bir saksıda boy veriyor fidan
Buz mavisi kalpler
Işıltısız, sönük...

Sevgileri nerede tutsak ettiler?
Ak güvercinler unutmuş özgürlüğü...
Soğumuş yürekler nicedir atmıyor...

Sen
Suskun bülbülü gönüllerin
Şakı, uyandır dünyayı
Sevgiye, yaşamaya çağır...

Ayşe TURAL

SEVGİLERİ YARINA BIRAKMA

Sakın
Sevgileri yarına bırakma
Ürkek korkak davranma
Doğru bildiğini savun.
Ellerin
Sevgiyle uzanmalı ellere...
Bakışların pırıl pırıl
Güller açmalı yüzünde...

Sakın
Sevgileri yarına bırakma
Soldurma ümitleri...
Boynu bükük kalmasın
Gönüllerde umut çiçekleri...

Serin serin esmeli
Ferahlamalı için...
Yüreğini açsana
Sevgi rüzgarlarını
Kucak kucak saçsana....

Ayşe TURAL

RASTLANTININ BÖYLESİ

Aylardan şubat… Hafta sonu. Günlerden pazar. Hava güneşli olmasına karşın hayli soğuk. Alışveriş yapıyorum. Arabayla şöyle bir tur atmaya bayılırım öteden beri. Köşklüçiftlik’te bir sokağa dalıyorum. Evleri, eski evleri seyretmeyi seviyorum. Tam ilkokula yaklaşırken aklıma bir şey geliyor. Evet… Evet… Şu evlerden birisiydi ama hangisi?

Üçüncü kitabım “ Biraz Mutluluk Alır mısınız?”da bir yazım vardı. Okuyanları çok etkilemişti. Adı “ BİR DEMET GÜL” dü. Hani bir karı- kocaya merhaba demiştim de onlar da bana bahçelerinden bir demet gül toplayıp vermişti. O yazıdaki evi arıyorum işte…

Aslında bu güne dek kısmet olmamıştı görüşmek… Ya çok işim vardı, ya da evin pancurları sıkı sıkıya kapalıydı. Oysa bugün yeşil pancurlarıyla, pırıl pırıl boyası ve çiçekleriyle “ HAYDİ GELSENE!..der gibiydi…

Evi biraz geçmeme karşın geri geri gelip arabamı park ettim, tıpkı o gün gibi… Kanıtım olsun diye de kitabımı elime almayı unutmadım. Bahçe kapısından girip merdivenleri çıktım. Zili çaldım. Biraz bekledim.
Kapı yerine nedense, yanındaki parmalıklı pencere açıldı. Yaşlı bir baş göründü. Oysa Kıbrıs’ta kapılar, her zaman ardına kadar açılır; gülümseyen tatlı bir yüz, ne istediğinizi sormadan önce “ Buyurun, hoş geldiniz…” der. Böyle bir karşılama beklemediğimden olmalı, ne diyeceğimi, söze nasıl başlayacağımı bilemedim.
“ Şey, efendim… Sizinle yıllar önce tanışmıştık. Daha doğrusu merhabalaşmıştık. Eşiniz beyefendi ile siz kapının önünde bana bir demet gül vermiştiniz…” diye kekeledim, adeta…

Kapı neden sonra ürkekçe açıldı.İri yarı bir delikanlı ile orta yaşlı bir hanım ve pencere demirleri arasından beni dinleyen yaşlı hanım meydana çıktı. Geldiğime geleceğime pişman olmuştum. Onlar hala bana kuşkuyla bakıyorlardı. O noktada kaçıp gitmek yakışık almazdı. Edebiyat öğretmeni olduğumu, şair- yazar- gazeteci olduğumu anlatmaya çalışıyordum. 1975 yılından beri de Kıbrıs’ta yaşadığımı söyledim.

Gele gele iki gün önce evinde saldırıya uğrayan Dr. Küçük’ün kızı Pembe Hanımın kayınvalidesinin evine gelmiştim. Rastlantıya bakar mısınız? İnanılası gibi değil ama gerçekten onların eviydi. LAMİA HANIMEFENDİ de en az benim kadar mahçuptu…
Sofaya ilişmek istedim ama izin vermedi. Hemen misafir odasına alındım. Olayı basından okumuştum ama bir kez de onlardan dinledim. Lamia Hanım, oğlu Peker Turgud ile Mehmet’in tembihlerini hatırladığı için böyle davrandığını, artık kapı açmaya korktuklarını anlatıyordu. Komşu Yüksel Hanım, elleriyle orta şekerli kahvemi hazırladı, ben kitaptaki yazıyı okurken… Daha sonrada güvenilir olduğuma iyice inanınca beni Lamia Hanımla baş başa bıraktı.

Mustafa Turgud’un hayat hikayesini ta gerilere giderek öğreniyorum. Büyük dede, Osmanlı zamanında NAZIR ALİ RIZA EFENDİ’ye kadar dayanıyor. Ailece hep bankacı… Rahmetli Mustafa Bey de Barclays Bankasının kurucularından… Kıbrıs’ın ilk bankacısı üstelik. Pembe Küçük’le evli olan büyük oğul Peker TURGUD… Kızları Sinem’i kolej yıllarından güler yüzlü ve başarılı bir öğrenci olarak hatırlıyorum. Küçük oğul da Mehmet TURGUD… İki oğul da babalarının izinde, çok iyi okullarda eğitim alarak başarılı olmuşlar. İlk büyükelçilik, bankacılık, danışmanlık…

1924 doğumlu LAMİA HANIMla geçmişe bir yolculuk yapıyoruz. Aile albümündeki siyah- beyaz fotoğrafları inceliyoruz… Sararmış fotoğraflarda aile büyükleri…
Ben onu ürküttüğümden, o da bana güvenmediğinden tedirginiz hala… Rahmetli eşiyle kapı önünde kahve içtikleri ve bana gül verdikleri günü tekrar anıyoruz. Eliyle hazırladığı limonatadan içmem için ısrar ediyor. Kıramıyorum. İzin istiyorum. O, yemeğe kalmam için de davetini tekrarlıyor. Başka bir zaman için söz veriyorum. Hem bu kez oğulları, gelini, torunu olmak şartıyla diyorum. Zaten kocaman bir bloknota yine kocaman harflerle adımı, kimliğimi ve telefon numaramı yazıp bırakıyorum.

Lamia Hanım, tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi ( Ne yazık ki, onu izleyen, şundan da kopar Lamia… diyen eşi yok…) bana güller ve fesleğenler topluyor…
Arabama biniyorum… Çabucak geçen bir saatte kendimi zor tutmuşum.
Dolan gözlerimden yaşlar yuvarlanıyor… Yol boyunca sessizce ağlıyorum… Bizi bu hale getirenlere lanet ediyorum… Öfkeleniyorum… Ne ben (1975 yılından beri bu topraklarda yaşıyorum ve kendimi KIBRISLI sayıyorum…) böyle bir davranışı hak ettim ne de LAMİA HANIM…

Her kapı çalınışında yüreği ağzında mı yaşayacak bundan sonra?… Yıllarca kapı ve pencere açık yatan insanlar bu günlere mi layık?...
TANRIM! Bir ülkemize sahip çıkamadık mı bizler? Hakkımızı savunamadık mı? Huzur ve güven içinde yaşamak her insanın en doğal hakkı değil mi? BİZ NERDE YANLIŞ YAPTIK?

Bizi bu hale getirenler utansın… Bu memlekete ne kadar kötülük yaptığınızın farkında mısınız acaba?
Artık, elinizin yüzünüzün düzgün olması, kılık kıyafetiniz bile size güvenilmesini sağlayamayacak, haberiniz ola…
Sokakta tanımadıklarınıza selam verme hayali bile suya düşecek… YAZIKLAR OLSUN…

Bugün Türkiyeli olmaktan gerçekten utandım. Bir meğer ne kadar kötülük getirmişiz bu topluma…
Beni teselli etmeye kalkmayın boşuna… Benim iyi olmam, yıllarca bu topluma hizmet etmem sonucu değiştirmiyor ne yazık ki! Çünkü ben azınlığım… Şimdilik elbette… Çoğalırsam o oranda suçlar da artacak… HABERİNİZ OLA…

GÜZ SEVDALARI
Ben
Güz sevdalarına vurgunum
Hüzün çiçekleri dermeliyim
Solgun bahçelerden...
İkindi güneşleri benim olmalı
Gönlüm
Hüzzam şarkılara yangılı
Erguvan renkli suda
Rüzgarın eli...
Gökkuşağı gülümseyişli sevgili
Dokununca tenime
Ürperişler diz boyu...
Ayşe TURAL

ZAMANSIZ

Yaşam her zaman acı, tatlı sürprizlerle dolu… Aslında karşılaştığımız olaylardan çok, onlara verdiğimiz karşılıklar önemli… Hani soruya verilen cevap gibi… Tatmin olunmuşsa mesele yok…

Yaşamdan alınan keyif de böyle bir şey… Aynı olaylar karşısında, herkesin farklı tepkileri ve geri bildirimleri var… İşte o nokta çoook önemli… Yaşama pozitif bakışınız her durumdaki sonucu değiştiriyor.

NE ZAMAN BAŞLAR AŞK

üstü çizilen sözcük gibi
öylece kalsın adın
düş okulumun devamsızı
ders kaçkınım benim...

nerde arasam da bulsam seni
bütün boşlukları
adınla doldursam
uykuya dalar mı
içimdeki kelebek...

virgül kırılganlığımı
hiçe sayan ağzının noktasına
iyi gelir mi gülüşüm...

bir demet gül toplasam
cümle aşklarımdan
gönül kabulün olur mu dersin...

gecikmiş özrün gizli anlamı gibi
ikindiye inen güneşi dinle
sana güz ellerimle
bir sevda çizsem...

sahi, bu şiirin
neresinde saklı...
sence de
ne zaman başlar AŞK...

Ayşe TURAL

ÇOCUKLAR

Çörekçinin sesi beni bir anda yıllar öncesine götürdü… Galiba 1979 yılıydı. Büyük oğlum Barçın, üç- üç buçuk yaşlarında… O yıllarda ADA’da betonlaşma yok. Bugünkü tıklım tıkış alanlar göz alabildiğine bomboş… Yemyeşil ekili tarlalar ta Mağusa anayoluna kadar uzanıyor…

Apartmanlar tek tük… Biz de Kaymaklı’da bir apartmanda oturuyoruz. Kardeşler Apartmanının üçüncü katındayız. O yıllarda bayağı lüks sayılabilecek modernlikte bir daire. Şimdilerde yapılanlarla yarışması imkansız elbette…
Oğlum Barçın, zamanının büyük bölümünü ön balkonda geçiriyor. Ne de olsa apartman çocuğu… Kum kasası, arabaları… Kocaman tavşanı ve ayıları… Hatta uçurtması… Arka balkonda bir kutu içinde beslenen sarı minik ördeği… Pencere önüne yuva yapmış güvercinleri… Akvaryumda da türlü balıkları…

Oğlumla akşamüstleri tarlalar arasındaki patikalarda yürüyüş yapıyoruz. Minicik elleriyle kopardığı papatyaları bana bir verişi var ki… Yıllar da geçse unutulmaz… Biz anneler ve çocuklarımız her zaman ÖZELİZ birbirimiz için…

Derken bir gün, bizim ıssız semtten bir çörekçi geçmeye başlıyor. Küçük oğlum için bu çok önemli, çok büyük bir olay… Hemen minik bir sepet buluyoruz, sapına ip bağlıyoruz. Artık hemen her gün, bu çörekçiden sıcacık bir çörek alıyor. Parasını sepete koyuyor, büyük bir keyifle balkondan sarkıtıyor, çöreğini alıp yiyor…

Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Oğlum, aldığı çöreği yememeye başladı. Ya birazcık ucundan koparıyor ya da hiç dokunmuyordu. Bunu fark edince ona, artık çöreği yemediğine göre, almamıza gerek olmadığını anlattım… Aslında uysal bir çocuk olmasına karşın sertçe tepki verdi.

“ Ama anne! Sen o çocuğun ayakkabılarını gördün mü? Çok eski; hem elbiseleri de kötü… Ben çörek alırsam o da parasını biriktirir ve kendine belki yeni ayakkabılar alır…” dedi.

Ertesi gün, çörekçinin yolunu ben de gözledim. “ Çörekçiiii…” deyişini duyar duymaz salonun perdeleri arkasına gizlenerek onu izledim.

O, yedi- sekiz yaşlarında, sarışın, büyük ihtimalle mavi gözlü, saçları sıfıra vurulmuş; incecik kolları, zayıflıktan fırlak diz kapakları ile sıska sayılabilecek bir çocuktu… Sırtında ağarmış, rengi atmış, kendine büyük gelen bir tişört ile küçülmüş, daralmış bir pantolon giyiyordu. Ayağındaysa iyice eskimiş terlik benzeri bir şey vardı…

Apartmana yaklaşınca:
“ Barçın, n’apan abicim, iyisin?..” dedi.
Oğlum, hemen sepeti ipinden tutup indirmeye başladı. Bir yandan da kaç tane çöreği kaldığını soruyordu… Belli ki aralarında sıcak bir dostluk oluşmuştu ve ben bunu önceden fark edememiştim.
Artık çörek alma- almama konusunu oğlumla bir daha hiç tartışmadık… Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum… Belki birkaç hafta…

Bir akşam, mutfakta, her zamanki gibi yemek hazırlığına dalmıştım. Hava iyice kararmış olmalıydı. Oğlum yanıma geldi, eteğimden çekiştirerek titreyen bir sesle:

“ Anne, çörekçi hala gelmedi… Nerde kaldı?..” dedi.
Baktım gözleri dolu doluydu… Dudakları bükülmüştü… Hemen eğilip kucağıma aldım. Birlikte oturma odasına geçtik. Koltuğa oturduk. Ona sevgiyle sarıldım… Çörekçinin geliş saatinin üstünden belki de iki- üç saat geçmişti. Demek ki oğlum, saatlerdir balkonda, akşamın karanlığında, çörekçinin yolunu gözlemişti ama o gelmemişti…
Saçlarını okşadım… Demek ki küçücük oğlum, yavaş yavaş büyüyordu ve bana artık zor sorular sormaya başlamıştı…

“ Bak canım, hani sen onun ayakkabıları eskimiş, belki de onun için çörek satıyordur, demiştin ya!.. Demek ki ağabeycik, ayakkabı alacak kadar para biriktirdi… Alınca da çörek satmasına gerek kalmadı…” dedim…

Oğlum, dolu dolu gözlerini elinin tersiyle silerek pırıl pırıl, ışıl ışıl gülümsedi bana… Başını salladı… Belli ki sözlerim onu inandırmıştı… Kucağımdan inerek arabalarıyla oynamaya başladı…

Bu kez düşünme sırası bendeydi… Gerçekten çörekçi nerdeydi? Neden gelmemişti bugün? Hasta olabilir miydi?

Çörekçi çocuk, sonraki günlerde de hiiiç görünmedi. Oğlumu inandırmıştım ama kendimi inandırmam hiç de kolay değildi…

Onu her hatırlayışımda içime bir hüzün çöker, gözlerim dolar…

(18 Eylül, 2003/ Hayat Bir Şölendir, 2008)

Bugünden mutlu bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum...

Ayşe TURAL

Bu haber 2724 defa okunmuştur

:

:

:

: