Anılar biriktiriyoruz…

Benim yaşlarda bir meslektaş aradı. Gazeteciliğin sağcısı, solcusu, yandaşı, candaşı hele de asla partilisi olmayacağına inanan, tıpkı benim gibi her siyasi eğilimden çok dostu olduğu halde hakkında yazamayacak yakınlık tesis etmeme ilkesine uymaya çalışan bir meslektaş.

Benim yaşlarda bir meslektaş aradı. Gazeteciliğin sağcısı, solcusu, yandaşı, candaşı hele de asla partilisi olmayacağına inanan, tıpkı benim gibi her siyasi eğilimden çok dostu olduğu halde hakkında yazamayacak yakınlık tesis etmeme ilkesine uymaya çalışan bir meslektaş.
“Kıbrıs sorununa çözüm kolaydır be kardeş… Ben Rumların bıraktıkları toprakların hasretini duymaya, geri talep etme haklarına tamamıyla saygılıyım. Hakları adamların” dedi. “Şimdi adam bakacak adanın kuzey kısmına. Çocukluğunu geçirdiği, babasından, anasından, dedesinden o topraklardaki yaşam tecrübesini duyarak büyüdüğü yerleri unutmasını istemek, tüm o biriktirilen anıları ezip geçmek düpedüz insanlık dışı bir beklenti.”
“Hayırdır, seni de mi devşirdi beşinci kol?” dedim muzipçe… “Yok be kardeşim. Konuyu net görmek lazım. Ben Küçük Kaymaklı’da doğdum. 1964’te bayram öncesi bir kahve-yeşil pantolon almıştı ailem bana. Ütüledik, astık dolaba. Bayram olacak giyeceğim derken, olaylar başladı, baldırı çıplak kaçtık daha güvenlikli bölgelere. Bir daha da dönemedik. Ailem o kaçtığımız gün ve sonrasında geride bıraktıkları hayatlarına, mahvolan varlıklarına, eşyalarına, evlerine ağıt yaktı, benim aklım o hiç giyemediğin kahve-yeşil pantolondaydı…. Kısaca, o malını kuzeyde bırakan Ruma karşılık benim kaybolan hayatımdır Kıbrıs sorunu… Bugün bir şekilde bir çözüm olursa ya malına dönecek, ya değerini alacak ya da Rum tarafında bir malla takas yapacak malı kuzeyde kalan Rum. Ama ben bu yaşa geldim, hayatım harcandı gitti kahve-yeşil pantolonun peşinde.”
Doğrusu beklemiyordum bu cevabı. Hatta, biraz da yanlış bir şey söylesin de iğneleyeyim biraz gibi sadist bir beklenti içerisindeydim. “Haklısın” dedim, “Bizim nesil ne çocukluk, ne gençlik gördü… Bizden hep olgun davranmamız beklendi” dedim. Keyfim de kaçtı. Kıbrıs Türk Alayının Yunan Alayı ile yan yana kullandıkları ortak bölgeden ayrılıp Ortaköy ve Gönyeli’ye konuşlandığı o yağışlı gecede muzip bir Türk askerinin askeri kamyonun kasasından üzerime tüfek doğrultmasını, hissettiğim büyük korkuyu hatırladım bir an. Çocuk kafam dost-düşman ayrımı yapamamıştı. Sonra Türk alayı ilkokulumuza yerleştirilince yeni okul yapılıncaya kadar camide eğitim görmüştük bütün sınıflar hep bir arada. Tam bir trajikomediydi.
Daha büyük trajedi birkaç ayda bir annemin ailesinin yaşadığı Koççat köyüne giderken yaşıyorduk. Hemen Lefkoşa dışındaki barikattan başlayarak en az dört yerde arabadan indirilip, hakaretlerle karışık elle üzerimiz arıyordu silahlı ama asker olmayan birileri. Her durdurulduğumuzda yolda kaybolanları hatırlıyor, sağ salim geçebilmeye dua ediyorduk. Tabii seyahate başlamadan önce – duyan çok uzun mesafe sanır, sadece 13 kilometre idi – Bayrak radyosu dinlenmeli, yolun açık ve güvenli olduğu teyit edilmeliydi…
Türk yerleşkelerine yönelik Rum şiddeti, eldeki kıt ve basit el-yapımı savunma imkanlarıyla kahramanca yürütülen bir direniş ve yollarda kaybolan, çatışmalarda kaybettiğimiz şehitlerimiz ama eksilmeyen bir “Anavatan bizi kurtaracaktır” inancıyla 1974’e geldik. Fakirlik, yokluk rutindi. Türkiye’nin gönderdiği gıda yardımları Makaryos yönetimince rutubetli depolarda uzun süre bekletilerek yarı çürümüş halde Kıbrıs Türk toplumuna ulaşabiliyordu. Kurtlanmış, besi değeri kalmamış “iaşe” ile yaşıyordu Kıbrıs Türkü.
Bu biriktirilen ortak anıları nedense çok erken unuttuk. Hem Türkiye’nin hem de görev yapan tüm yönetimlerin hatası var bu sonucun ortaya çıkmasında. Egemenlik talep etmeyen federe devlet kuruldu, şaka gibi devlet ilan edildi, tek tanıyan ülke bile bu devletin seçimle göreve gelenlerine saygı gösteremedi.
Şimdi Kovit-19 nedeniyle bir sil baştan imkanı tekrar doğdu. Bu fırsat da harcanmamalı. KKTC’de devleti yapılandırmak şart, hatta dünü boş verin evvelki gün yapılmalıydı. Kendi ayakları üzerinde duran, Türkiye ile “devletten devlete” ilişki kurabilecek yetenekte ve kesinlikle siyasi kazan artıklarını bir kenara bırakıp yeni kadrolarla ileriye yürümesi lazım KKTC’nin.
Turizmci, tur operatörü, kumarhaneci ya da kerhaneci istedi diye uluslararası uçuşları başlatmak yerine, toplum sağlığı neyi gerektirir diyebilecek çapta ve siyasi duruşta insanlar lazım artık siyasi görevlerde.

Gazeteci taraf tutamaz

Zor işler bunlar. Gazetecinin görevi taraf tutmak değildir. Kamu yararına hizmet etmek, anayasal ve evrensel bir hak olarak kabul edilen halkın bilgi edinme hakkına katkı koymak, gölgede, karanlıkta kalan konulara mümkün olduğunca ışık tutmaya çalışmaktır gazetecinin görevi. Yasalardan, tüzüklerden, genelgelerden hele bazı mantalitelerden kaynaklanan engeller vardır elbette. Terörle mücadele kanunu gibi etrafta ne varsa içine konulabilecek muğlaklıkta yazılan kanunlar, erk sahibine, önemli mevkilerdeki şahıslara, güç sahiplerine koruma zırhı veren düzenlemeler ve ceza yasası hükümleri yanı sıra bazı adalet mekanizması dişlilerindeki kırılmalar, kısa devreler, keyfi değerlendirmeler yeter. Bir de özel ilişkiler nedeniyle birileri ve yaptıkları, yapmadıkları hakkında yazamamak bu mesleği tüketir. Sakınmak lazım. Elbette gazetecilerin de siyasi görüşleri, duruşları vardır ve olacaktır. Mesele bu kişisel değerlere mesleği rehin etmemek.
Gazetecilikte onlarca yılı geride bıraktıktan sonra gönül rahatlığıyla geriye bakabilmek, biriktirilen anılarda büyük hatalar görmemek, görülen hatalarla ilgili olarak da gönül rahatlığıyla “yanılmışım” diyebilmek, hatta özür dileyebilmek kişisel bütünlüğün gereğidir. Mesela, Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı göreve geldikten sonra ardı ardına gelen yaşamsal hatalar, hıyanet kıyısında dolanan politik hatalar ve neredeyse Rum toplum lideriymiş gibi Türkiye’ye yönelik pek de dostça olmayan davranışları gördükçe görevi sırasında birkaç kez ciddi şekilde eleştirdiğim Mehmet Ali Talat’tan özür dilemem şart oldu. Gerek çapraz oy, gerekse Rum tarafına verilen vatandaş listesi gibi nedenlerle çok eleştirdiğim Talat, doğrusu Akıncı’ya kıyasla çok daha “ulusal çıkarları gözeten” bir cumhurbaşkanıymış dedim.
Kıbrıs Türkleri arasında Kıbrıs sorununa bir son bulanmasını istemeyen olamaz. “Nasıl bir son?” sorusunun cevabında farklı düşünsek de mevcut durumun, yani statükonun devam etmesinin mümkün olmadığı hususunda hemfikiriz. Mesele hedefe ulaşılabilir bir çözüm hedefi koyabilmektir. Akıncı ve refikleri, keza Talat da öyleydi, mevcut Cumhuriyetci Türk Partisi lideri Tufan Erhürman da aynı çizgide, ille de federal çözüm demekte, başka alternatifleri dikkate almamaya inat etmektedirler. Halbuki federasyon için hem iş birliği hem de güç ve görev paylaşımı yapacak ortaklar şarttır. Rumlar tüm adayı, egemenliği, hükümeti kendilerine kah, Kıbrıs Türkünü ise bazı azınlık haklarıyla o halkın içerisinde yer alacak bir azınlık olarak görmekte ısrar ettikleri sürece federasyon mümkün değildir. Akıncı sanki Türkiye askeri ve sivil varlığı adadan giderse Rumlar federal çözüm kabul edeceklermiş gibi bir yanılgı içerisinde uyurgezer gibi davranmaktadır.

Nur içinde yatsınlar

Pazar günü anneler günüydü. İlk kez hem eşimin annesi Rabia Özteke hem de canım annem Şerife Kanlı olmadan kutladık bu günü. Kayınvalidem bir yıl önce anneler günüde defnetmiştik, Annemi ise 10 Eylül’de kaybettik. Bu hafta sevgili babamın da ölüm yıldönümü aynı zamanda. 8 Mayıs 1998’de ebediyete yürümüştü, tam 22 yıl önce. 19 yıl önce ise, 11 Temmuz 2001’de, kayınpederim İbrahim Özteke sonsuzluğa yürümüştü. Hepsini çok özlüyoruz. Nur içinde yatsınlar.
Sizlerin de anneniz, babanız sağ ise, bu öksüz arkadaşınızın sesini duyun, fırsatları iyi değerlendirin, Allah onlara sağlıklı ve uzun ömür versin. Sarılın onlara sevgiyle, saygıyla. Ebediyete intikal edenlere rahmet diliyorum.

Bu haber 4674 defa okunmuştur

:

:

:

: