Ağlayan bebeğinin, uykusunun zaten derinleşmemiş bir yerinde, uyandırmasından başka bir uyanıklık haliydi bu. Kapanan göz kapaklarına inat, uyumamakta ısrarcı zihniyle, bedeni arasında kalmıştı Havva.
Ağlayan bebeğinin, uykusunun zaten derinleşmemiş bir yerinde, uyandırmasından başka bir uyanıklık haliydi bu. Kapanan göz kapaklarına inat, uyumamakta ısrarcı zihniyle, bedeni arasında kalmıştı Havva. Günün bütün saatlerinde çalışan, zaten güçten düşmüş kollarını salmıştı iki yana. Belli belirsiz anımsadığı kelimeler içinden, bir kaçına verebilecekken yuttuğu cevapları düşündü bir an. Zihnindeki kelimeler kafasında ve havva yatağında dönüp durdu bir süre. Bu sessizliği, senin için herşeye değer dediği oğlunun sesi bozdu bir anda. “Anne! Su…” Koşar adım mutfaktan su almaya giderken totem tuttu. Çocukluktan kalma bir alışkanlığıydı bu. Zaten çocuk denilecek yaşta evlendirilip büyümek zorunda bırakılmıştı. Totem tutmak onun için gizli bir oyundu, herkesten sakladığı. “Uyandığımdan bu yana en fazla 15 dk geçmiştir. Ev halkı uyanmadan biraz kestirebilirim” diye mırıldandı Havva. Saate baktığında ise vaktin epey geçtiğini, sabah olduğunu anlamıştı. Biraz sonra; hazır sofra görmeye alışık ev halkı işe gitmek üzere kalkacaktı. Havva; sofra hazır bulunmazsa kırılacak kalbinin acısını duyar gibi olmuştu... Gündüzleri yorulduğu yetmezmiş gibi, bir de gece uykusunu bölen bu düşünceli haline iyice kızmıştı. Susuzluğunu giderip, baş ucunda oturduğu oğlunun yanında yine düşünceye dalmıştı. 2 saat önce önce uykudan ilk uyandığında aklına takılanları düşünüyordu tekrar. Onu üzen insanlara git diyemediği, onu üzen olayları durduramadığı için gerçekten ne çok kaybetmişti. Bir an durup uzaklaştı bulunduğu yerden. Uzaktan gördüğü Havva’ya baktı ve acıdı. Havva kederini elemini hep boşvermişti... Çabalamamış, hayal kırıklıklarını bazen işlediği nakışlara nakşetmiş, çoğu zaman da kalbinin odalarında bir gün onu yok etmek üzere uyutmuştu. Uyurken çok güzel bulduğu bir bebek gibi acılarını da sükut ve sevgiyle kucaklamıştı. Olması gereken miydi bu? Toplumda kadına dayatılan, kan kus ama kızılcık şerbeti iç deyimini analık, kadınlık olarak benimsemesi mi gerekirdi? Her kadın böyle miydi? Çözüm, ikna, başka yol varken acılar beslenir ve büyütülür müydü? Kadın susan, içine kanayan, yarasını kendi saran, düşen ama hep ayağa kalkan mıydı? Bunu çözememiş ve onunla gelmesini istemediklerini görmezlikten gelip aslında ne de çok büyütmüştü yaralarını. Yaşadığı her acı, hayal kırıklığı, ümitsizlik, travma onunla gelenleri daha çok beslemişti. Öyle beslenmişti ki bu acı, ne cebinde, valizinde, ne evinde sığdıramaz olunca alıp karşısına vedalaşmak istemişti. Aldığı cevap; ölüm olmuştu. Acı verenin yüzsüzlüğünü hesaba katmadan gider toz olur, karışır rüzgara savrulur derken, annesinden kopamayan bir yavru gibi kucağında bir ömür sallanıp, daha da büyümek istediğini görmüştü.