Niteliksiz adam

Ahmet Cemal tarafından dilimize çevrilen kitabın ilk baskısı 1991 de YKY Yayınları tarafından yapılıyor.

Ahmet Cemal tarafından dilimize çevrilen kitabın ilk baskısı 1991 de YKY Yayınları tarafından yapılıyor. İlk iki cilt 959 sayfa. Geriye 1200 sayfa kalmış. Robert Musil 1921 yılından başlayarak ölünceye kadar kendini yirminci yüzyılın en önemli romanlarından biri olarak bilinen Niteliksiz Adam’ı yazmaya adıyor, hayatının sonu sefalet içinde geçiyor. Romanın birinci ve ikinci kitapları 1930’da, üçüncü kitabı ise 1933’te yayınlanmış. Dördüncüye geldiğinde kitabı bitiremeden 61 yaşında İsviçre’de hayata veda ediyor yazar. Eşi 1942 yılında kalan sayfalardan nihai dördüncü cildi yayınlatıyor.

İlk kitap seksen bölümden oluşuyor ve kitabın bölüm başlıkları oldukça ironik. Örneğin 3. Bölüm başlığı; “Niteliksiz Bir Adamın da Nitelikleri Olan Bir Babası Vardır”, mesela 28. Bölümün başlığı olan “Düşüncelerle İlgilenmeyi Pek Önemsemeyen Herkesin Okumadan Geçebileceği Bir Bölüm” kitap hakkında sayfalarca yazıdan daha çok şey anlatıyor. 39. Bölüm: “Niteliksiz Bir Adam Adamsız Niteliklerden Oluşur” gibi başlıklar ve niceleri oldukça ilginç.

“Bir roman kapsamında bütün bir dönem, nasıl olur da bunca bütün boyutlarıyla, başta toplumbilimsel ve ruhbilimsel boyutlar olmak üzere, hem bireysel hem de toplumsal yönlerle, bunların hiçbirini ötekinden koparmaksızın, tuhaf ve en yetkin düzeyde bir roman mimarisinin yapısı içerisinde işlenebilir?” diyor romanın çevirmeni. Haklı da.
Kitap uzun bir önsözle başlıyor. Önsöz yazarı Ernst Fischer ayrıntıcı, büyük resme de odaklanmayı başarabilen kamerasını eserin prototipleri ve yapıları üzerinde tek tek odaklayan bir eleştirmen. Çağa, çağın yaşama biçimine, değişen ve dönüşen insana, bu değişme ve dönüşme girdabında kaybolan değerlere, yeni doğan değerlere ve bu girdaptaki insana ilişkin, bilgece yazılmış felsefi metinlerden, betimlemelerden, yan düşüncelerden oluşuyor Niteliksiz Adam. Olaylar 1913-1914 yılları arasında gelişip roman kahramanı Ulric’in etrafında konumlanıyor. Hızla yıkıma doğru sürüklenmekte olan “İmkralya” olarak adlandırılan ülke Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir temsilidir. Musil prototipler üzerinden (ki bunlar aynı zamanda yıkımı hazırlayan unsurlardır) Birinci Dünya Savaşı öncesi toplumu resmediyor okuyucuya. Bu toplumsal yapının özelliği geçiş yaşamakta olması; insanların yani kitaptaki prototiplerin, yönsüz olmaları ve düzenlerinin kaotik olmasıdır.
Musil kitabında çözümleme getirmiyor, dönemi ortaya koyuyor. Bu yaklaşım, “Edebiyat reçete sunmaz, ortaya koyar” sözünü akla getiriyor.
Kimilerine göre modernist kimilerine göre Avusturya Baroku’nun son görkemli parçalarından olan bu eser, görünüşte romanın içeriği ile hiçbir ilintisi bulunmayan küçük bir olayla başlar; “Bir kamyon bir yayayı ezmiştir. Bir beyle bir hanım yaklaşırlar. Hanım, kalbiyle midesi arasındaki boşlukta acıma diye nitelendirmekte haklı olduğu, nahoş bir şey hissetmekteydi; bu, ne olduğu belirsiz, felce uğratıcı bir duyguydu. Bey, bir süre sustuktan sonra ona şöyle dedi: ‘Burada kullanılan bu ağır kamyonların fren mesafesi çok uzun.’ Hanım, bunu duyunca rahatladığını duyumsadı ve sıcak bir bakışla teşekkür etti. Bu sözcüğü herhalde daha önce de duyduğu olmuştu, fakat fren mesafesinin ne olduğunu bilmiyordu ve bilmek de istemiyordu; bu iğrenç olayın böylece belli bir düzene yerleştirilebilmesi ve kendisini artık doğrudan ilgilendirmeyen bir teknik soruna dönüşmesi, ona yetiyordu.” (Eleştirmen Ernst Fischer’in kitabın girişindeki yazısından)

Bir diğer ilginç benzetme arabayla ilgili; Bir otomobil geniş bir alanda hızlı gitmeye başlarsa eğer, direksiyonunda kimse bulunmasa bile belli bir yolu, hatta çok etkileyici ve özel bir yolu geride bırakacaktır.

Kitap boyunca sürekli bir hareket mevcut ancak kitabın sonlarına yakın hâla yapılacak hareket konusunda somut bir bilgileri olmadığını görüyoruz roman kahramanlarının. Yani içi boş, içeriksiz bir hareket söz konusu. Çağın bunalımını, içinde bulunduğu yozlaşmayı ve bu yozlaşmadaki tipleri çok güzel gözler önüne seriyor. Sanattaki çöküşü eleştiriyor. Musil gibi bazı yazarlar bunu kültürel ve düşünsel yozlaşmaya bağlıyorlar. Bunun çözümü olarak kültürün yeniden inşası düşünülüyor. Musil aslında sanatta kültürde özgünlük istiyor.

Trenle ilgili bir benzetmenin bulunduğu satırlar da oldukça ilginç. Bireysel düzeyde bütün yapıyı eleştirerek trenden atlamayı düşünüyor ama atlamayı satırlar arasında okutuyor, söylemiyor. Sonraki kitapta Ulrich’in trenden atlayıp atlamayacağını merak ettiriyor okuyucuya bu satırları okurken.

Musil açık açık toplumu eleştirmiyor. Olayları tarihe tanıklık edecek şekilde yazmıyor, durum tespiti yapıyor. Bu bir dönem ve çöküş eleştirisi. Sosyolojik, iktisadi ve toplumsal olarak bir şeyi eleştirmiyor ama derinlemesine gösteriyor. Genel doğrulardan bahsediyor. Çağın saptamasını yapan önemli bir roman. Dönemi anlatırken dönüşümlerde kesin tarihi bilgiler söz konusu olmuyor. O dönemin sosyal hayatı hakkında olayların arka yapısı hakkında fazla bilgi yok. Devrin tarihini ve arka planı anlamak için ek okumalar gerekiyor. Ancak Robert Musil tarih romanı yazmadığının bilincinde, satır aralarında iç düşüncelerini yansıtıyor. Musil’in tarafsız olmak isteyerek bir büyüteçle yazdığını, slogan atmadığını düşünüyorum. Bunun yerine okuyucuya düşündürüyor.

Musil edebiyatta biçimi ön plana çıkaran yazarları eleştirmiş “sanat sanat için değil, sanat hayat (toplum) içindir” anlayışını savunuyor.

Bu haber 3543 defa okunmuştur

:

:

:

: