Kadın ya da erkek olmaya toplumun ya da kültürün yüklediği anlamaları ve beklentileri ifade eder. Toplumsal cinsiyet, biyolojik farklılıklardan dolayı değil, kadın ve erkek olarak toplumun bizi nasıl gördüğü, nasıl algıladığı, nasıl düşündüğü ve nasıl davranmamızı beklediği ile ilgili bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet birbiriyle bağımlı ve fakat birbirinden farklı kavramlardır.
Toplumsal cinsiyet değişkendir. Zamana, kültüre, hatta aileye göre değişir. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetle açıklanamayan sosyal sınıf, ataerkillik, siyaset ve toplumdaki üretim biçimiyle bağlantılı bir anlama sahiptir.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (Gender Equality):
Eşitlik, herkes için hakların ve imtiyazların aynı olması anlamındadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği ise, kadınlarla erkeklerin kanunlar ve politikalar açısından eşit olmaları; aileler, topluluklar ve genel olarak toplum içinde kaynaklara ve hizmetlere eşit erişime sahip olmalarıdır. Kadınla erkek arasındaki eşitlik, bir insan hakları sorunu, sosyal adaletin önemli bir koşulu ve aynı zamanda eşitlik, kalkınma ve barışın vazgeçilmez temel önkoşulu olarak kabul edilmektedir. Kadınların bu haklardan yararlanmalarını veya bu haklarını engelleme veya hükümsüz kılma amacını taşıyan veya bu sonucu doğuran cinsiyete dayalı herhangi bir ayırım, dışlama veya kısıtlama yaşaması Toplumsal cinsiyet eşitsizliği anlamına gelmektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine sebep olan birçok sorun vardır. Bunlar arasında yer alan toplumsal cinsiyet ve kültür, sosyal politikalar, ataerkil yapı, küreselleşme, dini inanışlar ve gelenekler gibi faktörler vardır
Diller, toplumlarının değerlerini ve gerçekliklerini yansıttıkları için, aslında dillerin yapısı; sözcükler, atasözleri, deyimler incelenerek, toplumun kadın erkek ilişkileri ve kadını ve erkeği koyduğu yerler hakkında çok kapsamlı bilgilere sahip olunabilir. Örneğin, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gibi bir atasözünden kadına verilen değeri ya da “elinin hamuruyla erkek işine karışma” sözünden kadın ve erkeğe bakış açısını görmek hiç de zor değildir. Bireyler içine doğdukları toplumun dilini edinmeye başladıkları andan itibaren duydukları genellemeleri, gerçek olarak algılamakta ya da en azından gerçeklere belli önyargılarla yaklaşmaktadırlar. Bunlar ve bunlara benzer bir çok söz ve deyiş tecrübelerden ve yaşam biçimlerinden dile yansımıştır. Bu tür söylemlerin olduğu dilin içine doğan kişi de bunları duyarak yetiştiğinde kadın ve erkek olarak yerinin ne olduğu konusunda önyargılara da sahip olacaktır. Cinsiyetçi dil kullanıldığı sürece kadın ve erkek arasındaki fark yeniden üretilmektedir.
Alışmamız gereken en önemli durumlardan biri de “kadın” sözcüğünden korkmamak(!), onu nötr olarak kullanabilmektir. “Kadını”, “erkek” karşıtı olarak görmek salt cinsel bir nesne olarak görme geleneğimizi de etkileyecektir. O zaman “bayan/kız/bacı/hanım” gibi çok masum görünen bu ifadeleri kullanma ihtiyacımız olmayacaktır. Bu alt kimlikler kadına bakışı en olumsuz etkileyen kullanımlardandır. Bu ifadeler kadını cinsel bir obje olarak, korunmaya muhtaç zayıf bir varlık olarak ya da erkeğe bağlı tanımlanır bir biçimde yansıtmaktadır. Atasözlerinde, deyimlerde kadını küçümseyen ifadelere sıklıkla rastlamaktayız. Bu atasözü ve deyimlerin kullanılmasından kaçınılmalıdır. Bunun için öncelikle ders kitaplarından ve medyanın dilinden bu cümlelerin çıkarılması gerekmektedir. Büyük kitleleri karşısına toplayan televizyonun özellikle öğrenme çağındaki çocukların algılarını ve görüşlerini biçimlendirmedeki önemi düşünülerek en büyük denetim televizyona yapılmalıdır.
Kadını aciz, aşağı, yetersiz gösteren ifadelerin kullanılmaması konusunda bilinçlendirme ve yönlendirmenin yapılması gerekmektedir. “3’ü kadın 10 kişi” gibi kadını ötekileştiren, “bayan gazeteci” gibi kadını “erkek işi”(!) yapıyormuş izlenimi veren “ev kadını, anne şefkati, fedakar anneler” gibi kadını belli rollere iten ifadelerin kullanımından kaçınılması gerekmektedir. Medyada bu ifadeleri kullananların bunları bilinçsizce kullandıklarını ve nasıl bir sonuca neden olduklarını bilmedikleri anlaşılmaktadır. Bu nedenle “dilde cinsiyetçilik” kavramının yaygınlaşması ve ne olduğunun anlatılıp bir bilinç oluşturulması çok öncelikli bir adım olmalıdır.
Tüm görüşlerden sıyrılıp nötr bir dil kullanmak için çok çaba harcamak gerekecektir. Ancak zaten cinsiyet ayrımından kurtulmuş bir dili çok kısa bir süre içinde görmeyi beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bahsettiğimiz önerilerle başlanıp bu konuda ciddi bir bilinç oluşturulması sağlanırsa ne kadar zaman alırsa alsın dilimiz “kadın düşmanlığından” kurtulacak ve kadın dilde de hak ettiği yeri bulacaktır.
Çoğu insan davranışı, dil ile ayrılmaz bir bütündür; Törenler, şarkılar, öyküler, ibadetler ve yasaların tümü söz-eylemler ya da konuşma içerir. Sosyalleşme, eğitim, mübadele vb. gibi karmaşık kültürel alanlar da tamamen dil ile ilintilidir. Verili bir kültürü anlamayı ve nüfuz etmeyi amaçlayan herkes, o kültürün diline hakim olmak zorundadır, ancak dil aracılığıyla kültürü yaşamak ve ona dahil olmak mümkündür.
Sonuç olarak, iletişimi güç ve iktidar ilişkileri ile son derece alakalı ve hâkim olan sosyal grubun yarattığı kültürün dil kullanımını etkilediği düşünülürse (Fairclough 2001), atasözlerinden ve deyimlerden yansıyan kadın cinsiyet kimliklerinin ataerkil kültür yapısında çizilen kadın profilini gösterdiği sonucuna varılabilir. Bu durum ataerkil düzeni tanımlayan birçok yazarın ortaya koyduğu betimlemelerden çok uzak değildir. Curran&Gurevitch (1992), kadınsı olmanın duygusallık, öngörü, yardımlaşma, ortak duyu, itaat ve benzeri özellikleri barındırmasına karşın, erkeksiliğin, mantıklılık, beceriklilik, çekişme, bireysel ve acımasız gibi özellikleri bir arada bulundurmak durumunda olduğundan bahseder. Burada da eğretilemeler ile sınırlandırılmış dil ile dayatılan sınırları ve görevleri belirli bir kadın kavramı yansımaktadır. Moi’nın (1993) “kadınsılık” olarak tanımladığı ataerkil sistemin dayattığı kadınlık özüdür. Bundan dolayı yüzyıllardır çizilen kadın imajlarında ideal kadın imajı; pasif, güzel, zayıf ve evcil olarak çizilmiştir. Kadın erkeğe oranla ahlaki sorumluluklar bakımından daha az gelişmiştir. Kadın, çene çalan, dedikodu yapan, dırdır eden ya da kafa şişiren şeklinde tasvir edilmektedir. Dolayısıyla erkek sözcüğü otoriteyi kapsarken, kadın sözcüğü olumsuz anlam ve yan anlamlar taşımaktadır. Türkçe atasözleri ve kimi deyimlerde var olan kadın kavramı üzerine yapılmış eğretilemeler ile güncel dilde kullanılan kadın eğretilemeleri karşılaştıran toplum-bilişsel bir çözümleme denemesidir. Kentselleşme olarak algıladığımız değerler bütününün sadece kadın katılımcı grubunda düşünsel farklılık yarattığı söylenebilir. Kentsel ortamdaki kadının, kadına bakış açısının geleneksel bilişsel yapıdan farklı olduğu görülmektedir. Erkek katılımcıların atasözü ve deyimlerde öne çıkan benzer eğretilemeleri üretmeleri aslında şaşırtıcı değildir, çünkü söz konusu atasözü ve deyimler ataerkil bir kültürün parçası olarak ortaya çıkmış “ata” sözleridirler. Ancak eğitilmiş olmalarına rağmen, kısmen de olsa erkeklerin aynı bakış açısını sürdürmesi, kültür olarak algılanan bu sözlerin yeni nesilleri etkilemesi ve onlara aktarılması, kadını aşağılayıcı ve küçük düşürücü göstermesi, Türk toplumunun kadına verdiği değere ve Türk kadınının gerçek toplumsal konumuna uygun değildir.
Dilimizi değiştirmekten korkmadığımız insanları diline, dinine, cinsiyetine, etnik kökenine, ırkına göre ötekileştirmeden sadece insan olarak gördüğümüz umut dolu yarınlara ulaşabilmemiz dileğiyle, şimdilik hoşça kalın.