Akşehir’in beyleri Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin. Davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış; ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp baş köşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes, Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.
– İlahi Hoca, demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?
Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş:
– Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin.
Türk-İslam kültürünün büyük bilgesi ve gülmece ustası olan, çoğunlukla hazırcevap ve mizah anlayışının bir bilge niteliği olarak aksettirildiği öyküleriyle tanınan Nasreddin Hoca'nın fıkrasını bilmeyen yoktur sanırım. Bilmiyorsanız da bu yazıdan sonra öğrenmiş olacaksınız. İşte, acı ve gerçek olan yaşam, bundan ibaret. Normalde hayalciyimdir. Her zaman, güzel niyetlere bağlı hayalleri sevgiyle karşılamak için kendimi yaşamın doğal akışına bırakırım. Fakat, zihnimin bir köşesinde de ne yazık ki bu acı ve gerçek yaşamın parayla döndüğünü tutuyorum. Bu gerçeğe bilincimde inanmasam da genel geçer yargılar nedeniyle arada nükseden bir hastalık gibi yaşamın sınırları çerçevesinde kendi kendimi inanmaya zorluyorum. Belki de gerçekleri kendi kendimin suratına acımasızca söylemek; bunları başkalarından duymaktan daha hafif atlatılır bir durum olduğu içindir.
OKUL YILLARIM
İnanamasak da kötüye dair bazı düşünceler, çocukken yerleşir beynimize. Dört çocuklu, öğretmen bir baba, ev hanımı bir annenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldim. 70’li, 80’li yılları düşünürsek, bu dönemin olanaklarının neredeyse hiçbirinin olmadığını anlıyoruz. Çekirdek bir ailenin oluşumunun zorluğuna bir de dönemin şartları eklenmişti. Ailede, tek kişinin çalışıyor olması da cabası. İlkokul yıllarında bazı zengin, kalıplı aile denilen ailelerin çocukları ilk teneffüste sandviç ve dönemin cam şişelerindeki mandarin suyundan alırlardı. Diğer teneffüslerdeyse, ya sarı muhallebili celli ya da çikolata olurdu tercihleri. Tabii, belki de ben onlardan yemek, içmek istediğim için ilgimi çeken bunlar olmuştu. Sonuçta, o dönemde yiyecek – içecek bu dönemden farklı da olsa kantinimiz oldukça renkliydi. Bazen, ay sonlarına doğru paramız kalmamışsa, okul yolundaki tanıdık kahvehaneden iyi bir marka ( sanırım Fu Fu markası ) bisküvi alınır, kardeşler arası paylaşım gerçekleştirilir, okullara gidilirdi. Ben, tüm gün o bisküviyi yemekle yetinirdim. Belki de bu para kavramını beynimin bir köşesinde tutuyor olmam, sadece şu anki dönemin çetrefilli şartlarından değil de çocukluk dönemimin bana yüklediği anlam da olabilir.
CEBİNDE KAÇ PARA VAR?
Paranın, para gücünün, insan egosunun zamanı yok. Önceden de şimdilerde de bu konu aynı. Gösterişten uzak değilsen, gösterişin, zenginliğin tam olarak hakkını veriyorsan; değer gören kişisin. İstediğimiz kadar görgülü, saygılı, akıllı olalım, yüksek çevrede ( ! ) demode sayılmakla kalırız. Bunların yerine, yemeğe gidildiğinde oturduğu yeri giydikleriyle dolduracak, dedikodularıyla insanları büyüleyecek birileri lazım bizlere. Gerek ‘Fransız Devrim Savaşları’; gerekse ‘Napolyon Savaşları’ sırasında Fransa'ya önderlik ettiği gibi tüm Avrupa’yı da etkilemiş bir komutan olan Napolyon Bonapart, belki de boşuna : “PARA PARA PARA” dememiş. Para, her kesimde, her hücrede farklı şekillerde vücut bulur. İnsanlık, yaşadığı sürece de sanırım bu, böyle olacak.