İstanbul’un kalabalığından kaçmış Yalova’ya yerleşmiştik. İlkokul 4. Sınıfa geçmiştim. Buradaki doğal yaşama adapte olmaya çalışıyordum. Evlerde salça yapılıyor, kapı önlerinde halılar yıkanıyordu. Film izler gibi izliyordum bazılarını. Beni evlerine davet edecek kadar yakın arkadaşlar edinmiştim kısa sürede. Buradaki herkes ya akrabaydı ya da hısım. Ben de aralarında kaynamıştım.
İstanbul’daki çocuklar gibi oda dolusu oyuncaklar alınmamıştı buradakilere. Yokluğu bilir, alamam cümlesini tekrarlatmazlardı. Yazın böğürtlen toplar yol kenarında satardı çoğu. Kimisi de annesinin ördüğü lifleri, patikleri, yelekleri sererdi tezgaha. Dedim ya buradakiler hiç de alışık olduğum gibi değildi. Nazlanacak kimseyi bulamayınca çabucak büyümüştü hepsi.
Bazı uzun teneffüslerde ev tarhanası içip, soba üstünde kestane yemeye arkadaşlarımın evlerine gitmeye başlamıştım. İstanbul’da lüks olarak tabir edilebilecek birçok restauranta, otele gitmiştik. Hiç birinde bu derece lezzetli bir çorba denememiştim. Büyükşehir derler de derler, bilmezler ki parayla satın alınabilen hiçbir şeyin kıymeti emekle boy ölçüşemez.
Bi komşumuz vardı; Hacı anne. Toprağı bol olsun. Hiç unutmam kendi bahçesinde onca gün emek verip en doğalından yetiştirdiği mısırlardan bi çorba pişirmişti. O çorbayı ikinci kez bize ikram etmeye ömrü vefa etmedi. Gidişine üzüldüğüm gibi o çorbayı anneme öğretmediği için de üzgündüm. Zaten denesek de genetiğiyle oynanmış mısırlar aynı tadı vermeyecekti. Mısırı yetiştirelim desek, kim kalkıp bir kap çorba için onca zahmete girişecekti?
Bu zamanlarında, yeni tanıştığım insanlardaki sadelikten gelen içten keyiflerine, gerçek mutluluklarına şahit olmuştum... Bu insanlar evlerinde tarhana yapıp bütün kışı idareli geçirir, çatılarını kendileri onarır, hastalandılar mı doktoru boş yere rahatsız etmeyeyim der, evde ıhlamur çayı kaynatırlardı… İşte yetinmeyi bilenler için mutluluk soba üstünde hoş bir rahiye bırakan mandalina kabukları kadar basitti.
Ben banyomuzdaki küvette, keyfini süre süre yüzdürürdüm bebeklerimi. Sıcak su soğumasın diye alelacele leğene oturtulan, “yandım anne!” demeye kalmadan, tekrar bir tas kaynar su başından aşağı dökülen ve yansa da o bir tas suyun kıymetini anlayan çocuklar varmış… O çocuklar suya bile vefa duyarlarmış.
Sahip olma hırsımız gün gelip en ücra köşelere kadar ulaştı. Mutlu köylüler kapitalizme biz şehirlilerle merhaba dedi. O güzelim başıboş böğürtlen çayırları, elma bahçeleri satılıp bir bir inşaatlar dikildi. Aslında fakirlik zannettiğimiz bir çok şey, kimileri için paranın gücünün yetmeyeceği bir zenginlikti. Para geldi rahat ettik ama mutluluğumuzu kaybettik.