Okumak Üzerine

Okuma yazma bildiğim ama nice zamanlar ders kitaplarından hallice başka kitaba göz değdirmediğim günler yaşadım.

Okuma yazma bildiğim ama nice zamanlar ders kitaplarından hallice başka kitaba göz değdirmediğim günler yaşadım. İşte o vakitlerde ‘kitap’ benim için evde yaprakları sararmış, tozu alınsın diye rafta bekletilen ama o raftan hiç indirilmeyen ansiklopedilerden ibaretti. Zira, misafirliğe gittiğimiz evlerde de durum aynıydı. Hâl böyle olunca o günkü aklımla kitabın, içinde ne var pek ehemmiyeti olmayan, lakin evin baş köşesine konumlandırılması gereken bir ev eşyası olduğu kanaatindeydim.

İlkokul döneminde büyük ihtimal öğretmenlerimin isteği ve yönlendirmesiyle birkaç kitap okumuştum. Mamafih o günlerde okumaktan kastım bugünkü okuma alışkanlığımdan çok farklıydı. Kitapla arasında gerçek bir bağ kurmamış herkes gibi, okumak benim için de tamamen bir beceri olarak nitelendirebileceğimiz şekildeydi. Bana öğretildiği üzere, harfleri birbiriyle birleştirip kelimeleri bulabiliyor muyum? Yeterince hızlı okuyor muyum? Bunlar kâfiydi.

Sonra bir gün, “Sarah’ın Rüyası” kitabına denk gelmiş baş karakterin benim gibi balerin olması dikkatimi çekmişti. Kitabı okurken sıkılmak şöyle dursun çok eğlenmiş ve yeni bir alan keşfetmenin hazzına varmıştım. Meğer okumak da yemek gibi sevdiklerinden başlanırsa kolaylaşacak bir yolmuş. Bunu fark ettikten sonra kendi ilgi alanıma yönelik kitapları okur oldum. Her ay 1-2 kitap alıp okumak yeterli gelir, hatta “çok kitap okuyor” etiketlemesine nail olmaya yeter gibi düşünürdüm.

Okumak ve okuduğunu sindirmek arasındaki farkı Nazan Bekiroğlu’nun denk geldiğim bir eseriyle idrak ettim. Artık sadece okur değil, okuduğunu yaşayandım. Zira ben ömrüm boyunca kimseye hayranlık duymamış, birine bu hissi beslemenin fevkalade bir aczin işareti olduğuna delil getirmiştim. Sonra kaleminin ucundan düşenlerin yüreğime değdiği Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf ile Züleyha’sıyla tanıştım. Tanışmak ki ne tanışma! Hey hat...

Katü’de Edebiyat bölümünde öğretim görevlisi olduğunu öğrenip birgün oraya gitmeyi dahi düşledim. Kelimeleriyle tanış olduğum ama beni hiç tanımayan kıymetli bir dostumla ahde vefa yapar gibi buluşacaktım, bana okuduklarımı yaşamayı öğreten hocamla...

Bu hayaller içinde bir sonraki ve bir sonraki diyerek yazdığı tüm eserleri yuttum. Hani yedim yuttum denir ya, öyle işte. Okumak değersiz bir göz gezdirmesi kalırdı bu tanışmada. O yüzden okudum diyemem. Yedim, yuttum, içtim, değdim, geçtim içinden... Kalemini sevdiğim birinin elimden tutup onlarca kitap dolu bir odaya beni sürüklemesi gibi birşeydi bu yaşadığım. Ona asla hayır diyemiyor, yeni eserleri çıkana dek kalemine benzer yazarları keşifle ufkumun da genişlediğini ve artık gerçek bir okuyucu olduğumu görüyordum.

Ve iyi bir okur olmak en başında düşündüğüm üzere gerçek bir meziyetmiş. Kendimde kabiliyet olarak gördüğüm yazabilirliğin azcini benden öte yazanı görünce anlamakmış, o hayranlıkla hem acziyetini hem kabiliyetini beslemek, bulundupun noktayı görebilmekmiş…

:

:

:

: