Türkiye’ den Kıbrıs’a bir sürü kitap kolisi ve iki bavul dolusu resimle geldim. Annemi kaybedeli yirmi yıl oldu ve ne zaman özlesem albümlerini karıştırırım.
Bir sürü resim, annem öğrencileriyle, annem sergi açarken, annem plajda, annem şiir kitabını imzalarken, babam kürsüde, babam mübaşiriyle, babam bizim atımızken. Resimler çok önemli herkes için.
O yüzden albümünü bırakmış olan anneme, resimlere verdiğim önemi görüp bana kendi albümünü vermiş olan rahmetli Sıdıka Teyzeme, Kıbrıs’la ilgili anılarına başvurduğum rahmetli Fatma Teyzeme ve kızları Ayşenur, Yurdanur’a… Paşaköy’e ziyarete gittiğimde annemin çocukluk resimlerinin de bulunduğu albümü bana gösteren annemin amcasının eşi Nafiye yengeme (ailemizin en büyüğü) borçluyum, resim öykülerimi.
Şimdi gözlerim dola dola baktığım albüm sayfalarının arasından bir resim düşüyor. Düşen, sayfadan ucunu çıkaran, yapıştırıldığı yerden firar eden ama çok uzaklaşamayıp aynı sayfada kalan, başka sayfalara gezintiye çıkan, albümden çıkıp başka yerlere (örneğin çantaya, kitaba, bilgisayar masasına) kaçan resimlerin önemli öyküleri olduğunu bildiğim için daha bir dikkatle inceliyorum onları.
Yapıştırıldığı yerden bir köşesini uzatmamış, sakince yerinde duran resimlerin ise roman olmak için ağırbaşlı bir bekleyiş içinde olmalarına hep saygı duyduğumdan olsa gerek, onları özenle yerlerine kaldırıyorum. İlk resim;
MEHMET KAHVECİ HASAN
Lala Mustafa Paşa Camisi Müezzini Mehmet Kahveci Hasan’a ait olan bu resim albümden köşesini uzatıp, hikayem var diye beni uyarıyor. Elinde sigarası, başında sarığı, müezzinlik cübbesi, onun altında siyah yeleği, beyaz yakalı gömleğiyle sohbet eden beyaz sakallı derin bakışlı adamın karşısındaki kaptan, hafif öne eğilmiş duruşuyla ve sol eliyle ona dokunarak teşekkür eder gibi.
Derin bakışlı bu adam, annemin Mehmet dedesi. Onun babası Kahveci Hasan, bu yüzden dedemin adı Hasan ve dedem oğluna babasının adını verdiği için dayımın adı da Mehmet. Kıbrıs’ta gelenek, ilk doğan erkek çocuğa dedesinin ismi veriliyor. Resim bin dokuz yüz elli sekiz ya da elli dokuz yıllarına ait.
Büyük dedem o zamanlar 99 yaşında. Her ne kadar gazetede büyük dedemin Mağusa’nın en yaşlısı olduğu, 106 yaşında vefat ettiği yazılı olsa da Mehmet Kahveci Hasan’ın mezar taşında doğumu; sekiz mart bin sekiz yüz altmış üç ve ölümü; altı mart bin dokuz yüz altmış üç yazıyor. Yani kayıtlara göre yüz yaşını doldurmasına iki gün kala vefat ediyor.
Dedesi hakkında annem bana hikayeler anlatırdı. Hikayelerden biri kendi salasını kendisinin okuduğu üzerineydi. Annem bunu biz küçükken anlattığında anlamaz, nasıl olur diye üstelerdik. O da muzip muzip gülerek, “Bilin bakalım nasıl yapmış?” diye bizimle oyun oynardı. Bundan yıllar sonra bir sohbet arasında “Benim dedem kendi sesini teybe almış ve vefat ettiğinde onu çalmalarını vasiyet etmiş”, diyerek bunun nasıl olduğunu açıkladı. Ben döndüğümde büyük dedemin mezar taşında bu açıklamaların bulunduğunu gördüm.
Namık Kemal zindana atıldığında, ona bahçelerinden yeşillik götürdüğünü, onunla sohbet ettiğini, moral verdiğini de anlatırdı. Biz çocuktuk, korkardık zindandan, zindan sözünden. Kalın demirler, yeraltında bir mahzen canlanırdı gözümüzde. Namık Kemal zincirlerini sürükleyerek gelip gardiyandan su istiyor, acımasız gardiyan bir yudum su vermiyor şeklinde bir senaryo yazardık kafamızdan. Büyük dedemizi 12-13 yaşlarında cesur bir delikanlı olarak, aşağıdaki karanlık dehlize eğilip, şaire gizlice su verirken, yeşillik uzatırken düşlerdik. Sonra, Namık Kemal’in Mağusa günlerini anlatan kitaplarda okudum. Yeşillik götüren, şairle sohbet eden büyük dedemiz vardı kitaplarda.
Bin dokuz yüz on beş ile bin dokuz yüz yirmi yılları arasında Hasan dedem annesini de alarak İstanbul’a göçüyor, Selanik göçmeni anneannemle evleniyor orada. Hasan dedemin adadan neden ayrıldığını anneme sorduğumuzda, “Babasının (Müezzin Mehmet Kahveci Hasan) annesinin üzerine tekrar evlenmesini kabullenemedi herhalde” demişti. Adaya gelince sorduğum akrabalarımdan İngiliz yönetimine tepki olarak diyenler de oldu,
Tekbıyık lakabının nereden geldiğini sorardık çocukken. Onun hikayesini de anlatmıştı.
Büyük dedem bir gün berberde tıraş olurken dışarıda bir gürültü kopuyor. Berber bıyıklarından bir tarafını henüz kesmişken büyük dedem gürültüyü merak ettiği için dışarı fırlıyor. Orada olan küçük bir çocuk, kendisine bakarak “tekbıyıklı adam” diyor ve bu olaydan sonra lakabı bu şekilde kalıyor. Sonra da soyadı olarak alıyorlar bu lakabı.
Düşen resmin sırtına bir resim yapışmış, ayırıyorum resmin arkasını okumak için, dedesinden Ankara’daki Sıdıka Teyzeme gönderilmiş bir vesikalık. Arkasında kendi el yazısıyla, “Bayan Sıdıka’ya ebedi hatıra. Deden Mehmet Müezzin”, yazıyor.
Annemin amcaoğlu Hasan geliyor ertesi gün. Bahçesinden limonlarla, kendi yaptığı zeytinli hellimli ekmekle. Müezzin Mehmet Dedenin ilk eşinden olan üç oğlunun en küçüğü onun babası. Dedesinin bu resminin kendisinde olmadığını söylüyor ve ekliyor, “Bu resmi internetten bana gönderir misin?” diyor. “Tabii, diyorum. Resimler yaşamalı”.