ANILARIMDAN…

Bu hafta bir değişiklik yapalım az biraz gerilere gidelim. 50 yıl kadar…

Bu hafta bir değişiklik yapalım az biraz gerilere gidelim. 50 yıl kadar…
1971- 1975 yılları arasında Konya Kulu Lisesinde öğretmenlik yapmıştım. Bildiğiniz gibi o yıllarda okuttuğum öğrencilerimin hemen tümü İsveç’te hayatlarını kazanan işçilerimizin çocukları ya da yakınlarıydı.

Bakalım neler varmış dağarcığımda…

ÖĞRETMENLİĞİMİN İLK ADIMI
KULU LİSESİ (1)

1971 yılında Samsun Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü bölüm 3. sü olarak bitirmiştim.

Yaz tatilinde kuralar çekilecekti. Türkiye kocaman bir ülkedir ve o yıllarda uzaklardan Ankara’ya gitmek hiç de kolay değildi. Çanakkale’ den Ankara’ya 12 saatte gidilirdi.

Kura için Ankara'ya gitmedim elbette... Sınıf arkadaşım Saadet Atay yerimi çekmiş ve bana bir zarfın içinde, daktilo ile yazılmış ' Kulu Lisesi ' kağıdını göndermişti.

Yazdığı kısa notta da ' Dilerim elim uğurlu gelir ve sen orayı çok seversin.' diye yazmıştı.

Hemen haritayı önüme açmış önce Manisa'ya bağlı KULA adını bulmuştum. Orası değildi elbette. Sonra buldum.

Kulu Konya'ya bağlı bir küçük ilçeydi. Ankara'ya 45 dakika mesafede bir yer olduğunu öğrendim. Bu beni sevindirdi.

Kulu'ya sanırım eylül başı gittik. Okullar henüz açılmamıştı. Mehmet dedemin işleri olduğu için Recep ( TURAL) dedem benimle geldi.

Yanımda ne götürdüğümü pek hatırlamıyorum. Bir küçük halı, bir yorgan, çarşaf, belki bir tencere tava, bir iki de tabak olmalı... Üç beş de kıyafet...

Otobüsten bir denk ( sarıp sarmalanmış) ve bir valiz indirdiğimizi hatırlıyorum. Konya'ya devam eden otobüs bizi kahvelerin önüne bırakıp basıp gitmişti.

💐💐💐💐💐💐💐💐

O YILLARDA KULU (2)

Aklımın tuttuğu kayda göre kahvede oturanlardan birine okulu sormuştuk. Eliyle kasabanın içine doğru uzanan yolu göstermişti.

Derken bir at arabasına eşyaları yüklemiş, biz de arabanın yanı sıra dedemle yürüyerek kasabanın meydanına varmıştık.

Hiç toprak damlı, çatıları dümdüz evler görmemiştim. Bizde tüm evler kiremit kaplıydı. İçime derin bir hüzün çökmüştü. Ortalıkta pek ağaç da görünmüyordu.

Meydanda sıra sıra dizili dükkanlar... Zamanla onların kasap, manav, ayakkabı tamircisi, terzi ya da bakkal olduğunu öğrenecektim.

Yüksekçe duvarları ve demir bahçe kapısı ile bir ilkokul karşımda duruyordu. Merkez İlkokulu…

Meydana açılan daracık sokaktaki bir otele bıraktı bizi arabacı. Kırık camlı, tozlu küçücük bir odaya eşyalarımızı bıraktık.

O gece orada yatmadık sanırım. Biraz üstümüze başımıza çeki düzen verip okula gittik. Kulu Lisesi, meydandaki dükkanların hemen arkasında oldukça geniş bir bahçe içindeydi. Biri yeni iki katlı, diğeri eski tek katlı iki binadan oluşuyordu.

Okul müdürü Aytekin Genç değildi. O henüz gelmemişti. Belleğim beni yanıltmıyorsa Cengiz KARANİ idi.

Hemen nerede kaldığımızı sordu soruşturdu. Birini kendi evine yolladı. Bizim için yemek ve yatak hazırlanmasını istedi. Diğer eşyalar orada kalsın yarın aldırırız, dedi.

Özellikle dedemin İstiklal Savaşı Gazisi olması ve madalyası son derece saygı ve ilgi görmemizi sağlamıştı. Bizi yere göğe koymadılar.

Dedem üç gün sonra dönünceye kadar da evlerinde misafir kaldık.

Her fırsatta beni koruyup kollayacaklarını, gözünün arkada kalmamasını tekrarlıyorlardı. Dedem döndü. O giderken içimde derin bir burkulma oldu.

Hiç tanımadığım insanlarla dolu, bana tamamen yabancı bu yerde nasıl bir başıma kalacaktım. O gece yorganı başıma çekerek sessizce ağladım.

Ben yıllarca ( 3 yıl Edirne Kız Öğretmen Okulu, 3 yıl da Samsun Eğitim Enstitüsü toplamda 6 yıl) idealist bir öğretmen olarak eğitilmiştim; bana ÇALIKUŞU romanındaki FERİDE gibi güçlü olmam gerektiği anlatılmıştı.

Ben ATATÜRKÇÜ bir öğretmen olarak yetiştirilmiştim. ANADOLU'yu aydınlatma görevinin bana verildiğini hatırlattım kendime, gözyaşlarımı sildim…

Kendi kendime güçlü ve örnek bir öğretmen olmaya söz vererek uyudum.

( İlk yılımda 23 Nisan 1971 olmalı…RESMİ geçit töreninde Fransızca Öğretmeni Hale ÜNER Hanımla yürürken…)
* Eksik ve yanlışlarımı düzelten öğrencilerime çok teşekkür ediyorum.

💐💐💐💐💐💐💐💐💐💐

KULU’DAKİ EVİM ( 3 )

Yaşamımın dönüm noktalarından birindeydim artık.

Büyümüştüm. Öğretmen olmuştum. Mesleğimi mükemmel biçimde üstlenmeliydim. Mızmızlık etmek gibi bir lüksüm olamazdı. Zaten öyle bir kişiliğim de hiçbir zaman olmadı.

“ Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin.” derler ya…

Gitmek, kaçmak bana göre değildir. Kalırım ve paşalar gibi de dövüşürüm…

Görev yerim burasıydı. Beni bu günler için yetiştiren devletim, VATAN GÖREVİMİ yerine getirmem için buraya göndermişti.

Benim yapmam gerekenler:
Çok çalışmak, burada yaşayan insanların düşünce ve yaşam şekillerine saygı göstermek, öğretmenlik görevimi eksiksiz yerine getirip yeni NESİLLERİ geleceğe hazırlamaktı.

Kolları sıvamalı, güçlü olmalı ve dimdik ayakta durmalıydım. Onurlu ve gururlu…

Sanırım okulun açılmasına bir hafta filan vardı. Bir ev bulundu. Oraya eşyalarımla götürüldüm. Okula yakın arka mahallelerde bir ev...

Daha tam yerleşme fırsatı bile bulamadan o yıllarda müdür yardımcısı ve matematik öğretmeni olan Necmettin Kaya, benimle ilgilendi.

Okula gittiğim gün:
- Senin evin nerde Ayşe Bacı dedi.

Yanımıza birkaç öğrenci alıp birlikte evimi görmeye gittik.

Küçücük, eski, toprak damlı yer katı, küçük pencereli bir ev… İçerisi rutubet kokan, oda kapısı sokağa açılan bir ev…

- Burada kalamazsın dedi.
Birkaç yere haber gönderdi. Derken “ Haydi gidip bakalım Bacım, bir yer varmış .” dedi.

Kendi evine yakın yeni yapılmış hanay ( iki katlı) bir ev buldu. Merdivenle üst kara çıkılan, bahçe duvarlı, tuvaleti dışarda bir ev...

Daha sonraları Necmettin Hocanın evi kiralamaya razı etmek için çok uğraştığını duymuştum.

Daire ortadan ikiye bölünmüştü; iki oda bana ayrılmıştı. Giriş bölümde çeşmesi bile vardı; üstelik bir oda kadar da büyük bir alandı.

Burası pek çok eve göre çok lükstü. Üstelik evin kiremit kaplı damı bile vardı. Bu evde rahat edeceğimi anladım.

Evi görür görmez içim ısındı. Evde daha önce kimse oturmamıştı. Pırıl pırıl cilalı tahta kapıları vardı. Çok hoşuma gitmişti.

Evi elimdeki imkanlarla çok sevimli hale getirdim. Ben odalardan birini mutfak yaptım. Diğeri de her şey odasıydı…

Yatak odası, oturma odası, çalışma odası hatta misafir odası... Üstelik yüklük denilen gömme banyosu bile vardı.

Portatif, küçük bir çalışma masası aldım. Pencerenin önüne yerleştirdim. Bece ( pencere) içinde gaz lambam vardı. Çünkü gece 12.00’den sonra Kulu’nun jeneratörü kapatılırdı. Elektrikler kesilirdi yani.

Sadece Ramazan ayında sahurda bir- iki saatliğine çalıştırılırdı.

Demir bir somya, üzerindeki örtü ve yastıklarıyla gündüz kanepe görevi görür; gece de çarşaf serilerek yatak olurdu.

Her ay ufak tefek eşyalar alıp orayı sevimli bir ev haline getirmiştim. Buzdolabı, çamaşır makinası, ocak, fırın ne gezer!

Piknik tüpünde yemek pişirirdim. Minicik bir de odun sobam vardı.

Tam dört buçuk yıl o evde kaldım. Ev sahipleri çok görgülü insanlardı.

ALİME TEYZE ve Bekir HAMURCU...
Onlar benim sokağa bakan evime göre büyük avlunun arka tarafında kerpiç bir evde oturuyorlardı.

Az ötede ineklerin ahırı vardı. Tezekler kışa hazırlık İÇİN duvarlara yapıştırılmıştı.

Romanlarda okuduğum ama ilk kez gördüğüm bu yakacak bana çok ilginç gelmişti. Daha sonra tezek yapımını gördüm elbette…

Zamanla Anadolu kadının çileli hayatını daha yakından öğrenecektim.

Havalar soğuyup da çocuklar kollarının altında birer ikişer tezek getirince o zaman kıymetini anladım. Çıtır çıtır yanıveriyordu. Oldukça da güzel ısı veriyordu.

Bahçenin bir kenarında alçak duvarlı küçük bir bahçe vardı. Sonra aynı bölümün her evin bahçesinde olduğunu görecektim.

Orası fasulye, biber, patlıcan, domates v.s ekilen sebze bahçesiydi. Galiba oraya HARIM diyorlardı. ( Yanlış hatırlıyorsam öğrencilerim hemen düzeltsin lütfen…)

Akşamüstü koyunlar sürü halinde kocaman portadan ( büyük kapı) içeri girer, yalaktan sularını içip damın arkasındaki yerlerine kıvrılıp yatarlardı.

Alime Hanım ile Bekir ağabeyin dört tane çocukları vardı. Cavit, Muammer, Fadime en küçükleri MURAT… O yıllarda Murat ancak 2-3 yaşındaydı.

Seneler sonra İsveç’te STOCKHOLM’de onu gördüğümde gözlerime inanamadım.

Kocaman adam olmuş çoluğa çocuğa karışmıştı. Yanıma oturdu. Annesinin fotoğrafını gösterdi. Eskileri andık. Üzerinde forması vardı, taksicilik yapıyormuş. Son derece saygılı, beyefendi bir genç adam olmuş.

Evde bana göre en değerli kişi Bekir ağabeyin annesiydi.

KÖRABA... Bekir ağabeyin gözleri görmeyen annesi... Büyük ihtimal çok genç yaşta gözlerine PERDE İNMİŞTİ. Tek çocuğu BEKİR’di. Sonrasında eve KUMA gelince kendi isteği üzerine oğlunun yanına taşınmıştı.

Oğlu, gelini ve torunları ona çok saygı ve sevgi gösterirlerdi.

Evin her köşesini ezbere bilir, neyin nerde olduğundan hep haberi olurdu. Şaşar kalırdım.

Her zaman yumuşacık sesiyle konuşur, hep gülümserdi. Nur içinde yatsın. Mekanı cennet olsun.

Sürü içeri girerken eğer birisi eksikse Köraba hemen onu bilirdi.
- Kıvırcık yok, gidin bakın! derdi. Gerçekten de yolun kenarında bulunurdu…

Kendince pekçok koyunun adı vardı. Melemesinden, ayak sesinden ya da bedenlerini okşayarak onları tanırdı…

Zamanla bana da alıştı. Ayak sesimden bilir oldu. Evlerine doğru yürürken dışarı çıkar ve “ Hoşgeldin Ayşe Hanım!” derdi.

Bir gün sohbet sırasında asıl adının SERNAZ olduğunu ama herkesin ona Köraba dediğini anlattı.

Bu adı yıllar sonra şiirlerimi ve öykülerimi yazarken , gazetede yayınlarken RUMUZ olarak kullandım.

Bir de evin köpeği vardı. Adı BEÇÇİ ( Bekçi olmalı) Okuldan eve dönerken, eve yaklaştığımı görünce benim evin merdivenlerini bir koşu çıkar, havlayarak beni karşılardı.

Dört buçuk yıl o evde kaldım. Neye ihtiyacım varsa onlara söyledim. Evde ne yemek pişirdilerse bana Cavit, Muammer ya da Fadime taşıdı. Muammer’e sarı kafa der, başını okşardım… Cin gibi bir çocuktu…

Onlarla kaldığım yıllarda bana aileden biri gibi davrandılar. Asla rahatsız etmediler... İncitici tek sözlerini duymadım.

Sık sık sofralarına oturdum. Okuldan yorgun gelmişsem hemen bir tas çorba, bir gömbe ya da tulug ( tulum) peyniri ile sarılmış ( dürüm) yufkayla ayran uzattılar. Ne pişerse kokusu çıktı diye beni doyurdular.

Hatta zaman zaman köylerine götürdüler… Adı BAHADIRLI Yaylası…

Bozkırın ortasında kıvrıla büküle giden yol sizi alçak tepelerin arasından bir CENNETE çıkarıverir ya!

Aynen öyle…
Bağlar, bahçeler, meyve ağaçları, incecik de olsa akan dereler… Dallarda ötüşen kuşlar… Her yer çiçekler içinde…
Şaşar kalırsınız…

( Ailenin torunlarından olan Türkan Güler bilgi verdi. BAHADIRLI Yaylasıymış… )

Sonraki zamanlarda fırsat buldukça ( 1993’ten sonra ) Kulu’ya gittim. Oğlum Barçın o yıllarda Ankara’da okuyordu.

Bir yaz da resim öğretmeni Gülümser Aydemir arkadaşımın sergisi vardı, çoğumuz orada buluştuk…

Ben onları çok sevdim onlar da beni…

Hayat hepimize bir şeyler sunarken bir şeyler de alıp götürür. Yaşamın kanunu bu…

Kulu beni BEN YAPAN yerlerden biri…

💐💐💐💐💐💐💐💐💐

GÜLİZAR BACIM ( 4 )

Benim hanaydan bakınca, paralel sokakta oturan Necmettin (Kaya) Hocaların avlusu görünürdü. Gülizar Bacım, Necmettin Hocanın karısıydı. Her ikisi de Kulu'nun yerli ailelerindendi.

Bacım Ahmet ULUDAĞ'ın kızıydı, Necmettin Bey de KAYA ailesindendi.

Bacımı çok severdim. Görgülü, bilgili ve çok neşeliydi. Gülünce yanaklarında gamzesi çukurlaşırdı. Bana çok iyi bir abla olmuştu. Yaz kış okuldan çıkarken hemen Necmettin Bey seslenirdi. ' Ayşe Bacı, hele dinlen de bize yemeğe gel, bacın seni bekliyor.' derdi.

Hafta sonlarında Ankara’ya gitmemişsem soluğu Bacımın ailesi Uludağ’larda alırdık. Ahmet amca çok güler yüzlü, yardımsever ve oldukça çağdaş bir insandı.

Çarşıdaki dükkanından ne almak istesek bize “ Aylıkları alınca getirirsiniz kızlar!” derdi. Çok cömert ve misafirperverdi. Eşi Aslım teyze, neşeli, şakacı, dünya tatlısı bir insandı…

Ahmet amca ile atışmalarına bayılırdık. Kızları Hatice, Aynur, Menekşe ; oğulları ( büyük oğlunun adı aklımda DEĞİL ) ve Ömer öğrencimizdi.

Hepsi çok saygılı, sevgi dolu çocuklardı. Hatice liseyi bitirince İşbankasına memur olarak girmişti. Onunla ne büyük gurur duymuştuk.

Çarşı esnafı biz öğretmenlere çok hürmet ederdi. Kimseden bir saygısızlık görmedim. Buna fırsat da vermedim zaten.

Galiba dışarda FAZLA CİDDİ duran bir tavrım vardı. Herkese mesafeli davranırdım. Öğrencilerim hariç..

Onlara sevgimi göstermeye bayılırdım. Kızların saçlarını, yakalarını düzeltir; erkeklerin başlarını okşamayı severdim.

Cafer Baran sarı kafaydı. Yaramazdı da…Kısacık saçlı, traşlı başını okşar, güya kızardım. Taner Yıldız’ın da yemyeşil gözleri aklımda kalmış.

Bizim zamanımızda şiddetten sayılmayan kulak çekmem vardı. Çok normal sayılırdı. Necmettin Kaya’nın uyarısıyla ondan da vazgeçtim.

İsveç’te yaşayan Taner Yıldız, kulak çekişimi unutmayanlardan…

Necmettin Kaya, doğma büyüme Kululuydu. Yerini bu kadar çok seven birini daha görmedim. Buraya gelen öğretmenler, köy gibi diye burayı beğenmezler; hemen bir torpil bulup sıvışırlardı.

Gelenler gitmesin diye Necmettin Hoca her türlü sıkıntılarına koşardı. Ne dertleri varsa çözerdi. Her zaman da güleryüzlüydü.

Zaman zaman çocuklara bağırıp kızdığı olurdu ama sebebini de anlatırdı. Onlar ADAM olsunlar istiyordu.

Sadece beni değil okuldaki tüm kadın öğretmenleri sık sık evine toplayıp götürürdü. Bacım kocaman tepsilerde kek, börek yapar. Bitmeyen sohbetlerde demli çaylar içilirdi. Sonra evlerimize dağılırdık.

Bacımın üç oğlu vardı. Murat, Levent ve Bülent…

Murat Stockholm’da gelip beni gördü. Çocukken de sakin, akıllı ve uslu bir çocuktu. Yine ağırbaşlı, beyefendi..

Levent sarı baştı. Cin gibiydi. O ödevlerini yaparken yardım ederdim. Şimdi doktor.

Bülent de en küçüktü, bacıma çok benzerdi. Tombul yanaklıydı. Hepimiz ona “ BİLETÇİK” derdik. Kahkahası çok güzeldi. Şimdi başarılı bir Sosyal Hizmet Uzmanı… Kitapları var.

Necmettin Hoca hepimizin evini yakın yakın bulur, bizi o evlere yerleştirirdi. Bizim mahalle Camikebir Mahallesiydi galiba…
Sanki Öğretmenler Sitesi gibi…

Evde doğru dürüst yemek pişirdiğimi hatırlamam. Kulu'daki hayatımda yol göstericim, akıl hocam, yolumu aydınlatanım olmuşlardı. Her sözlerini kulağıma küpe yapmıştım. Aklımın ermediği, bilmediğim her şeyi onlara danıştım, onlardan fikir aldım.

Kulu’dan ayrıldıktan yıllar sonra büyük oğlum Barçın, Ankara’da üniversiteye başlayınca ( 1992) fırsat bu fırsat deyip Kulu’ya mutlaka gidiyordum.

İlk çaldığım kapı yine Necmettin Kaya’nın kapısıydı. Orası bana hep açıktı zaten. Kaldığım bir iki gün bitmeyen sohbetlerimiz olur, uykumuz gelse de direnir, konuşurduk.

Ardından mutlaka ev sahibim HAMURCU ailesini ziyaret ederdim. Okulu görür, çarşıyı şöyle bir dolanırdım.

Bir gün yine Ankara’dayken Gülizar Bacımın ölüm haberini aldım. Gün boyu hıçkıra hıçkıra ağladım. Gözümün yaşını siliyor, biraz duruluyordum. Sonra onunla ilgili bir ayrıntı aklıma düşüyor, yine ağlamaya başlıyordum.

Oğlum eve geldiğinde ömründe ilk kez benim bu kadar ağladığımı gördü. Ne yapacağını şaşırdı oğlum. Bu durumda oraya gidemezdim. Gitmedim de…

Aradan kaç yıl geçti bilmem. Bir defa gittim. Başsağlığı dilemek için. Galiba Ömer gelip aldı beni. ( O da öğretmen olmuştu. Okuluna, evine ve Gülizar Bacımın evine gittik.

O anki duygularımı tarif edemem… Sessizce kabullenişti belki ama bir daha o evi, bahçeyi, cennet bile olsa göremeyeceğimi anladım. Bir daha da gitmedim. Gitmeye kalkışmadım bile…

Çok sevdiğiniz insanların kaybı, içinizin derinliklerinde KOR GİBİ yanıyor.

( O yıllarda pek fotoğraf çekme şansımız yoktu. Belleğimde o kadar çok fotoğrafı var ki!)

DEVAMI GELECEK HAFTAYA …
Sevgiyle dolu mutlu hafta sonları diliyorum…

Bu haber 3336 defa okunmuştur

:

:

:

: