Yaşam sürecidir bu...
Evreleri : doğmak / çocuk olmak / ergenlik / ilk gençlik / orta yaş / orta yaş üstü / yaşlılık... İsterseniz siz başka şekillerde de sınıflandırabilirsiniz.
Farketmez. Sonuç vedadır...
Ne mutlu ki çocuklarını büyütmüş, torunlarını görmüş hatta onların düğünlerinde bulunmuş ve torun çocuğu görmüş olanlara...
Her şey gibi yaşam denilen mucizenin de bir sonu var. Kaçınılmaz bir son... Önemli olan iyiliklerle ve güzelliklerle noktalayabilmek...
Şu aralar bir şeyi daha sık duyar oldum. Neredeyse kime NASILSINIZ - NE VAR NE YOK diye sorsam üç aşağı beş yukarı aynı yanıtı alıyorum. '
' Annemle uğraşıyoruz.
' Babam tekrar hastalandı. Doktor doktor geziyoruz...'
' Ah! Sorma hem annem hem babam hasta, kardeşler sırayla onlara bakıyoruz...'
' Annem evinden çıkmak istemiyor, ona yemeğini taşıyoruz...'
' Şekerim sıraya koyduk her ay birimiz yanında kalıyoruz...'
Biraz şikayet biraz dertlenme çokça da bıkkınlık...
Böyle düşünmeyenlere sözüm yok. Alınmayın...
Onlar sizin anne ve babalarınız... Sizi büyütürken 3-5-7 demediler. Şikayet etmediler ve hepinizi büyüttüler... Pek çoğunuz hala onlardan maddi manevi yararlanıyorsunuz... Peki bu yakınma niye?
Ben şahsen öldükten sonra GÖZYAŞI istemem.
Onun yerine YAŞARKEN SEVİLMEK isterim.
Çok şükür SEVGİ ZENGİNİYİM DE...
Onların VEDA ZAMANI yaklaşıyor.
Mutlu etmeye bakın.
Ne kadar neşelendirebilirseniz...
Sevdiği ne var? Onu yapın iki lokma da olsa yesin. Hatta sen şu yemeği çok güzel yaparsın, bir daha tarif et bakalım, deyin…
Torunlarını götürün yanlarına... Güzel şeylerden söz edin. Onlarla ilgili anılarınızı anlatın. GÖZLERİNİN İÇİ GÜLSÜN...
Bir gün atın arabaya, sevdiği yerlere götürün. Deniz kenarı, piknik alanı... Kardeşler anlaşın. Her biriniz başka bir sürpriz hazırlayın...
Her gün gidemeseniz de mutlaka telefon edin. Hatta aynı saate arayın ki ' Kızım arıyor...' diye sevinçle telefonu açsın...
Dertlerinizi değil sevinçlerinizi anlatın ona... Güzel şeyler duysun. Tanımasa da
arkadaşlarınızı anlatın. Komik hikayeler duysun. Hatta gitgide ona benzediğinizi söyleyin. Bakın ne çok sevinecek…
Biriniz çok sevdiği arkadaşına götürün, şöyle tatlı tatlı sohbet etsinler. İkide birde saate bakmayın. Siz de sohbetlerine katılın.
Bir başka gün oğlu alsın, şöyle sarıla koklaya bir lokantaya götürsün. Başbaşa sevdiği çorbayı içsin. Gelip geçene ' annem' desin... ' Babamla İKİ TEK atmaya geldik' desin gururla..
Torunları ona sürpriz yapsın. Birlikte masallar anlatsınlar. Oyunlar oynasınlar yanında... Eski gülüşlerini yakalayın...
VEDALAR ansızın olur.
Hem de HİÇ BEKLEMEDİĞİNİZ ANDA...
KEŞKE dememek için
hemen ŞİMDİ bir şeyler yapın…
' ÇAKIR ' ve BEN
Tatillerde genellikle yaz tatillerinde uzun kalırdık babaannemlerde. Gülüş cümbüş bir sürü çocuk neşeyle çeşitli oyunlar oynardık. Tatil bitimi tadı damağımızda kalırdı. Büyükler asla oyunlarımıza karışmazdı. Sadece uzaktan gözlenirdik, hep birilerinin gözü üstümüzdeydi tehlikeli bir şey yapmayalım diye...
Biz Biga'da otururduk anneannemlerle…Babaannemler de Karabiga'da... İkisinin arası hayli yakın olmalı. ( 18 kilometre) Yarım saat ya da yirmi dakikalık bir yoldu sanırım. Otobüs daha doğrusu minibüs önce pirinç tarlalarının daha sonra da karpuz ve mısır tarlalarının arasından geçerdi. Köylerin adını bile sıra sıra bilirdim. Galiba GÜLEÇ KÖY tam da yolun yarısı olurdu. Sonrasında iki bükümü daha geçince deniz görünürdü. Kocaman denizi görmek içime anlatılmaz bir mutluluk katardı. Kazdağlarından kopup gelen Kocabaş Çayı burada denize kavuşurdu.
Çayın denizle buluştuğu yere Azmakağzı denirdi. Hemen dibinde bir yeldeğirmeni vardı. Rüzgarda gıcırdayarak dönen kocaman kanatları beni, masal diyarlarına taşırdı. DONKİŞOT'u ilkokul yıllarımdan bilirdim. Atıyla uzaklardan rüzgar gibi gelişini, benim değirmenimle savaşa girişini hayal ederdim. Parçalanmış kanatlarından sarkan bez parçalarını mutlaka Donkişot yapmıştır; acaba şimdi hangi değirmenle savaşıyor, derdim içimden. Büyüyünce onun kadar cesur olmayı hayal ederdim.
Okul zamanları da havalar fazla soğumamışsa kimi hafta sonu Karabiga'ya giderdim. Kendi başıma sanırım ortaokulda gitmeye başlamıştım. O yıllarda bir yavru köpek alınmıştı eve. Aslında uzun zaman siyah beyaz bir köpek vardı. Yavru nerden gelmişti hatırlamıyorum. Onu çok sevmiştim, o da beni... Kızıla çalan kahverengi tüyleri vardı. Henüz bir adı da yoktu. Adını ben koyayım mı, diye sormuştum büyükanneme. Olur, koy bakalım, demişti.
Adını ÇAKIR koymuştum. Çakır, adını çok beğenmiş olmalı, hiç peşimden ayrılmıyordu. Çok akıllı bir hayvandı. Hafif kıvırcık kızıl kahve tüyleri yumuşacıktı. Onu o kadar çok seviyordum ki! Kucağımdan indirmiyordum. Türlü oyunlar oynuyorduk birlikte. İki taşın üstüne küçük bir tahta koyar, onu üstünden yürütürdüm. Sonra altından geçmesini isterdim. Saklanırdım, nereye saklansam beni hemen bulurdu.
Hafta sonu tatili bitip de Biga'ya döneceğimde beni Tepe'ye kadar uğurlar, ona artık gelmemesini burada durmasını söylerdim. Sever, okşar yine geleceğimi söylerdim. Kuyruğunu sallar ve otururdu. Ben tepeden aşağı koşarak minibüse giderken arada sırada arkama bakıp el sallarken o da kuyruğunu sallayıp beni uğurlardı.
Büyükannem Çakır'ı görmeyince ' Bakın bakalım kızanlar nerde bu PALİ ' dermiş. Bahçede yoksa, PORTA'dan ( Çiftlik gibi büyük evlere girilen büyük kapı/ genellikle inek, eşek, koyunların girmesi için yapılan büyük kapı. Hemen yanında bir de küçük kapı bulunur.) başını uzatıp bakan çocuk sokakta göremezse tepeye bakar, Çakır orada direğin dibinde kuyruk sallayıp bekliyordur mutlaka... ' Büyükanne, Çakır tepede...' deyince büyükannemin yüzü güler ' Ayşe geliyor!' diye mırıldanırmış. Hemen elindeki işi bırakıp beni karşılamaya çıkardı, rahmetli. Nur içinde yatsın. Tepe'de Çakır'la buluşur, etrafımda hoplaya zıplaya dört döner birlikte eve koşardık.
Kaç yıl geçti böyle bilmem. Hatırlamıyorum. İki üç olabilir. Belki daha çok... Sonbahar olmalı... Deli gibi rüzgar esiyordu. Zaten Karabiga'nın rüzgarı meşhurdur. Uzaktan bakıyorum, Çakır tepede yok. Belki üşümüştür, direğin arkasına saklanmıştır, diyorum. Yaklaşıyorum. Yine yok. Yüreğim ağzımda. Hasta mı acaba diyorum. Tepeden aşağı bir koşu tutturuyorum. Çakır... Çakır... diye bağırarak... Portayı yumlukluyorum... Büyükannem karşılıyor... Sarılıyor bana... ' Kuzuuuum! Bağırma kuzuuum... Artık Çakır yok, diyor... Nasıl yani.. Nasıl olmaz... Nerde!
Araba ezdi onu, diyor... Çöküyorum... Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Gözyaşlarım dinmiyor. Ne yapsalar boşuna... Yemek yemiyorum. Kimseyi görmüyor gözüm... Oyunlara katılmıyorum. Bir köşede acımı dindirmeye çalışıyorum. Birkaç saat sonra, usulca büyükannemin yanına gidip ben Biga'ya dönüyorum, diyorum... Başını sallıyor ve beni sessizce uğurluyor.
Yol boyunca dere gibi akan gözyaşlarımı silip ' Senden başka köpeğim olmayacak Çakır, sana söz...' diyorum. Hala o sözümü tutuyorum. Yerine kimseyi koymak istemiyorum...