Kıbrıs Türk halkının “tazminat” talebi

Yunanistan Başbakanı Papandreu’ya açık mektup Tansel Fikri KKTC E.Maliye Bakanı / Emekli Büyükelçi

AB hukuk sisteminde, işveren ihmali yüzünden, iş kazasında hayatını yitiren genç bir insanın ailesine, mahrum edildiği yaşam kalitesi ve geçim kaynağı başta olmak üzere, ortalama ömür ve yıkılan aile mutluluğu ışığında, milyonlarca dolara varan maddi tazminatın takdir edilmesi, adaletin tecellisi açısından yaygın bir uygulama  sayılmaktadır. Buna paralel olarak ırkçılığın veya ayırımcılığın kurbanı olarak işini kaybedenlerin, işten haksız nedenlerle kovulanların 100 binlerce avro tazminat kazandığının örnekleri çoktur.  İngiltere’de, ömür boyu hapse mahkum olan bir mahkuma, DNA teknolojisi ışığında suçsuzluğunun kanıtlanması ile birlikte demir parmaklılıklar ardında ziyan olan hayatı için, 10 milyon sterlinin üzerinde tazminat ödendiği; daha geçen gün, Birmingham’da, yanlış teşhisten dolayı bacağı kesilen 72 yaşında bir kadına bir milyon sterlinin üzerinde tazminat takdir edildiği  bilinen gerçekler arasındadır.

Kıbrıs Türk halkı gerek bireysel, gerekse kolektif düzeyde 20’inci asrın en ağır ve en uzun süreli insan hakları ihlallerinin kurbanı olmuştur. 1955 yılında başlayan bu ihlaller bugün AB üyesi olan Kıbrıs Rum-Yunan devletleri tarafından fiilen sürdürülen ve daha o tarihlerde milli devlet politikası olarak uygulanan temel bir karakter yapısına sahiptir.

 

RUM-YUNAN KANADI

 

Rum-Yunan kanadı,1955 yılında tüm Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesini Helen dünyasının en yüce ve en kutsal milli hedefi olarak deklare etmiş ancak Kıbrıs ve Doğu Akdeniz coğrafyasının esas ve asli unsuru olan 400 yıllık Türk varlığı, Türk egemenliği ve 40 mil uzakta Türkiye’nin stratejik savunma alanı içindeki  temel konumu ışığında  Doğu Akdeniz’de tüm taraflar, ( Türkiye-Kıbrıs Türk kanadı, Yunanistan - Kıbrıs Rum Kanadı ve İngiltere olmak ) 1959-60 Kuruluş, Garanti ve İttifak olmak üzere bir dizi uluslararası antlaşmalarla Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının eşit ağırlıklı söz, temsil, egemenlik  ve uluslararası kimlik hakkının bulunduğu  çift uluslu Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin kurucuları olarak  tarihi bir uzlaşıya imza koydular.

Ne yazık ki üç yıl kadar kısa bir süre içinde, bu cumhuriyetin temel kurucu iki kanadından biri olan Rum-Yunan kanadı Kıbrıs’ta yaşatmakla yükümlü olduğu anayasal düzeni ve Türk-Rum eşitliğine dayalı siyasal ortaklığı Türk halkına yönelik top yekun silahlı saldırılarla yıkarak Kıbrıs Türk halkının Kıbrıs devleti ve hükümeti içindeki varlığına fiilen son vermiştir. Başta devlet yönetimine eşit katılım, egemenlik, uluslararası kimlik, temsil ve söz hakkı olmak üzere Türklere ait tüm siyasal ve ekonomik hakları gasp eden Rum-Yunan kanadı uluslararası hukuk ve antlaşmaları ayaklar altına alarak bu hukuksuzluğu 45 yıldan beri sürdürebilmiştir.

Yarım asra yakın bir süre, Kıbrıs Türk halkı dünyadan tecrit edilmiş, insanlık dışı baskı, zulüm, ambargo ve izolasyonlar altında dünya siyaset sahnesinde ve karar merkezlerinde şikayet hakkı, başvuru ve davacı olma hakkı bile elinden alınabilmiştir. Bireysel olduğu kadar kolektif düzeyde temel insan hakları ve egemen bir halk olarak kolektif siyasal hakları bu kadar uzun bir süre ihlal edilmesi karşısında etkin başvuru ve şikayet hakkı bu ölçüde engellenmiş bir başka halkın örneği yoktur.

Kıbrıs Türkü Adanın yüzde 3 yüzölçümüne tekabül eden yerleşim merkezlerinde ve yıllar süren Rum kuşatması altında açık hava hapishanesinden farksız bir yaşam tarzına mahkum edilmiştir. Rum-Yunan saldırıları 1963-64, 1967-68 ve 1974’te ağır silahlar kullanılan soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşmış ve çok sayıda Türk insanı, Atlılar, Muratağa, Taşkent ve Sandallar köylerinde olduğu gibi bebek- yaşlı bakılmaksızın 7’den 70’şe tüm köy halkı toplu mezarlarda hunharca katledilmiştir. Son 55 yılda 300 binin üzerinde soydaşımız baskı, zulüm ve karartılan ekonomik gelecekleri ışığında göçe zorlanmıştır.

 

ÜÇ NESİLE ZULÜM

 

Kıbrıs Türkünün Adadaki varlığını, ambargo ve izolasyonlarla, siyasal ve ekonomik baskılarla zayıflatmak Adada Helen egemenliğini tesis etmenin sistematik bir aracı olarak benimsenmiş ve bu uygulama yarım asrı aşkın milli bir devlet politikası olarak kesintisiz uygulanmıştır.

Kıbrıs Türk halkının üç neslini kapsayan insanlık dramı, çektiği acılar, bebek yaşta toplu  mezarlara mahkum edilen çok sayıda insanımız, yakılan ve yıkılan köylerimizle birlikte ziyan olan hayatlar, kariyerler, yarım asırdan beri halkımızdan çalınan refah ve mutluluk ile ülkemizde engellenen yaşam kalitesi ve kalkınmışlık düzeyi 21’inci asrın en büyük tazminat talebi olarak dünya gündeminde gecikmeden yerini almalıdır.

Bugünkü AB normları ışığında hak ettiğimiz tazminatı ödemekle yükümlü taraf Rum –Yunan kanadıdır. Atina ve Lefkoşa Rum kesiminde işbaşında olan Rum ve Yunan hükümetlerinin şahsında ve 1963-2009 yıllarını kapsayan dönem içinde görev yapan tüm Rum ve Yunan hükümetleri bu insanlık dramından ve insanlık ayıbından birinci derece sorumludur.

 

HALEN DEVAM EDİYOR

Olaylar dünyanın ve insanlığın gözleri önünde yaşanmış ve hala devam etmektedir. Kanıt olarak dünya arşivleri, BM arşivleri, İngiliz-Amerikan arşivleri yeterli değilse, Enosisle ilgili Rum-Yunan parlamento kararları ve Kıbrıs Türk halkını top yekun imha planı olan AKRİTAS PLANI ve bu hunharca planın uygulama örneklerini dünyaya haykıran toplu mezarlar ve şehitliklerimiz yeterli kanıt sayılmalıdır. Akritas Planı’nın  önde gelen lideri Tasos Papadopulos üç yıl öncesine kadar Rum Cumhurbaşkanıydı. AB’nin Milosoviç’e reva gördüğü muameleyi maalesef  Papadopulos’tan esirgemiş olması, AB’nin değer yargıları açısından da fevkalade düşündürücüdür. Buna rağmen, Akritas Planı’nın bugünün koşullarına göre uygulanmasının mimarları ve Papadopulos’un kilit yardımcıları işbaşında ve iktidardadır. George Yakovu, Papadopulos’un  eski Rum Dışişleri Bakanı ve eski Londra Rum Temsilcisi olarak  Kıbrıs Türk halkının ambargo ve izolasyonlarla çökertilmesinin yıllarca koordinatörlüğünü üslenmiş, Asil Nadir’in Londra Borsa tarihinde görülmemiş yükselişini engellemek ve ters yüz etmek üzere Rum-Yunan hükümetlerinin oluşturduğu komiteyi bizzat yönetmiştir. Bugün Hristofyas’ın sağ kolu olarak Kıbrıs’ta Helen egemenliğini “barışçı yollarla” gerçekleştirme stratejisinin kaptanlığını üstlenmiştir. Bazı Türk Sivil Toplum örgütlerini ve medyamızda görevli önemli  kalemleri AB yardım fonları, burs ve yurt dışı davetlerle kazanıp, osmosisin altyapısını tesis etmeye yönelik  planın kadife eldivenli koordinatörü yine Yakovu’nun ta kendisidir.

 

NAMLU UCUNDA DEMOKRASİ

 

Yunanistan kaynaklı kanıtlara gelince, bugünkü Yunan Başbakanı Yorgo Papandreu’nun babası ve eski başbakan Andreas Papandreu’nun “Namlu Ucunda Demokrasi “ kitabı yeterli sayılabilir, çünkü en yetkili ağızdan 1964-67 yıllarında Enosis’i gerçekleştirmek üzere sivil kıyafet ve kamufle yöntemlerle Yunanistan’ın, gizlice Adaya soktuğu takviye 20 bin Yunan askeri varlığının başbakan ağzından itirafları yer almaktadır. 15 Temmuz 1974 darbesi ile Yunanistan, Kıbrıs’ta 1963’te başlattığı Yunan işgalinin son ve nihai aşamasına gelmişti. Yunan işgali ve Adadaki Türk halkının top yekun imhası ancak, 20 Temmuz 1974’te uluslararası antlaşmalara dayanan meşru Türk Askeri Müdahalesi ile önlemiş ve Rum-Yunan kanadının yıllar süren zulmü ve saldırganlığı yenilgiye uğramıştır.

Aradan 35 yıl sonra, Rum-Yunan kanadı bu yenilginin bedel ve sorumluluğunu, AB’nin destek ve himayesinde Anavatan Türkiye’ye ihale etmeye kalkması tam anlamıyla akıl almaz bir tarih garabetidir ve kesinlikle reddedilmelidir.

Loizidou, Aresti ve Orams gibi tazminat davalarının adres ve muhatabı Rum-Yunan hükümetleridir. TC ve KKTC hükümetlerinin Kıbrıs sorunu açısından gerek Rum-Yunan kanadına gerekse dünyaya ödenecek hiç bir borcu yoktur tam aksine, Rum-Yunan kanadı üç nesil insanımızın maruz kaldığı yarım asırlık  mezalimin bedeli yanında kendi halkı için yarattığı sonucun bedelini üstlenmekle yükümlüdür.

 

TAZMİNAT HAKKI

 

Kıbrıs Türkünün  tazminat  hakkını sonuç alıcı  dava dosyalarına dönüştürmek,  dış politikamızın en önemli projelerinden biri olarak TC-KKTC hükümetlerince ivedilikle ele alınmalıdır. TC-KKTC meclisleri bu konuda ayrı ayrı ve ortak araştırma komisyonları oluşturarak, yürütme organlarının kararlılığını ulusal  irade olarak tüm dünyaya yansıtmalı ve bu konuda başta  BM Güvenlik Konseyi ve AB organları nezdinde ısrarlı girişimler başlatılmalıdır.

Anavatan Türkiye’nin etkin garantörlüğü ve güvencesinde, Kıbrıs Türk halkının egemenliği, Rum halkına eşit ağırlıkta siyasal hakları ve  uluslararası kimliği, etnik fay hatlarının tehdit etmediği iki kesimli, iki devletli bir Kıbrıs asla tartışılamaz kırmızı çizgilerimizdir. Varlığımızın ve güvenliğimizin bu temel parametrelerinin özellikle görüşmelerin bu al-ver sürecinde, BM Güvenlik Konseyi nezdinde hiç bir şüpheye meydan vermeyecek şekilde tarafımızdan yeniden teyit ve tescili büyük önem ve ivedilik arz etmektedir.

Bunun yapılmaması halinde, Kıbrıs sorununun çözümünde, üzerinde uzlaşma sağlanamayan kilit konularda, BM Hakemliğini peşinen kabul etmiş olan Türk Kanadı, varoluşumuzun temel parametreleri üzerindeki söz hakkını da BM’nin nihai takdirine devretmiş  sayılabilir. Başta egemenlik olmak üzere  Kıbrıs Türk Halkının siyasal haklarının Rum-Yunan kanadı tarafından pervasızca gasp edilmesi ve hukuksuz kullanımına son 45 yıldan bu yana göz yuman ve temel  haklarımızı bunca yıl göz ardı eden BM ve AB  karşısında son derece dikkatli ve temkinli davranmamız tarihimizin hiç bir döneminde bu kadar önemli olmamıştır.
Bu haber 370 defa okunmuştur

:

:

:

: