Ülkemizde sol partiler ve genelde sendikal platform devamlı olarak “Çözüm ve AB” vizyonunu dillendirmekte ve hatta bazı sendikalar çözüm ve AB isteyenleri sendikalarına üye olmaya medya aracılığıyla çağırmaktadırlar. Sanki de Kıbrıs sorununu onlar çözecek ve AB’ye uyum sürecinde gerekeni onlar yapacakmış gibi bir tavır sergilemektedirler. Tabi ki, bu tavrı takdir etmek gerekmektedir. Demek ki, bu kesim AB kriterlerine uyumda en fazla duyarlılığa sahip kesimdir. Ancak, ne üzücüdür ki bu kesimin söylemde AB’ci iken eylemde samimi olmadığı ve halkı yanılttığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Avrupa Birliği'nde Maastrich Kriterleri'nin,üye ülkeleri özelleştirme konusunda zorlu dönüşüm sürecine zorladığını AB vizyonu olan tüm kesimler bildiği halde bizdeki sendikalar özelleştirmeyi öcü göstermekte, özelleştirme belası olarak adlandırmakta ve şoven söylemlerle karşıtlıklarına kılıf uydurmaktadırlar. Bu çerçevede, neden özelleştirmeyi AB kriter haline getirmiştir olgusunu bu vesileyle gündeme taşımak istiyorum. Özelleştirme, mal ve hizmet üreten birimlerin mülkiyetinin ve yönetiminin, kamu sektöründen özel sektöre devredilmesidir. Özelleştirmenin başlıca amaçları; ekonomideki verimliliği artırmak, serbest piyasa ekonomisinin gelişmesini sağlamak, hazine ve kamu kuruluşlarına ek fon sağlamak ve kamu sektörünün dış finansman ihtiyacının en aza indirgenmesini sağlamaktır. Dünyada ve Avrupa’da tarihsel süreç göstermiştir ki doğrudan veya özerkleştirme yoluyla dolaylı olarak siyasilere bağlı olan KİT’ler, etkin ve verimli çalıştırılamamış ve kaynakların rasyonel dağılımını bozarak ekonomiye zarar vermişlerdir. Dolayısıyla, özelleştirme AB’nin temel kriteri halini almıştır. Maastrich Kriterleri çerçevesinde Birlik üyesi ülkelerde rekabet hükümlerine tabi tutulan kamu hizmetlerinde hızla özelleştirme yapılırken, özel sektörde ise çokuluslu tekellerin elinde toplanma süreci yaşanıyor. Uzmanlar, Avrupa'da özelleştirmelerin artışını üç ana faktöre bağlıyorlar. Bunlar, örgütün izlediği neo liberal politikalar, Tek Pazar oluşumu ve özelleştirme talep eden Maastrich Anlaşmasıdır. Avrupa Birliği'nde özelleştirme süreci üç aşamada olmaktadır. Birinci aşamada kamuya ait bankalar ve imalat sanayi özelleştirildi. İkinci aşama ise mal ve hizmetlerin özelleştirilmesini kapsıyor. Özelleştirmenin üçüncü aşaması ise,sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim sektörlerinin özelleştirmesini içeriyor.
Avrupa Birliği’ne uyum sürecini yaşayan Türkiye Cumhuriyeti bugün bizim yaşadıklarımızı yıllar önce yaşamış ve benzeri karşıtlıklara rağmen başarılı özelleştirmeler yapmıştır. Özellikle telekomünikasyon alanında AB’deki bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye de 2005 temmuzunda Türk Telekom’u başarıyla özelleştirmiştir. Türk Telekom’un özelleştirilmesi çalışmaları, Türkiye’nin özelleştirme sürecinde bir kilometretaşı olarak değerlendirilmektedir. Rekabetçi ve etkin bir telekomünikasyon yapısının geliştirilmesi, dünya çapında ortakları çekerek Türk Telekom’un verimliliğinin ve hizmet kalitesinin arttırılması hedeflenmiştir. Böylelikle, Türk Telekom’un %55 oranındaki hissesinin blok satışı işleminin uluslararası finans çevrelerince yakınen takip edildiği ifade edilmelidir. Bu kapsamda, 2006 Yılında Türk Telekom özelleştirmesi işlemi, finans alanında prestijli bir dergi olan “Acquisitions Monthly” tarafından “Gelişen Piyasalarda 2005 Yılı’nın En Başarılı İşlemi” ödülüne de layık bulunmuştur. Sonuçta, Türkiye’de ilk kez bir şirket birleşme ve devralma işlemi uluslararası ölçekte bir ödüle layık görülmüştür.
Avrupa Birliği’nde telekomünikasyon alanında özelleştirme rüzgarı eserken bizde de bu paralelde Telekomünikasyon Dairesi’nin liberalleşmesi konusunda 2008 yılından itibaren AB’yle ortak proje yapıldığını ulaştırma bakanı Sayın Ersan Saner geçtiğimiz günlerde anımsatmıştır. Bu çalışmalar çerçevesinde ayın sonunda AB’den uzmanlar geleceğini kaydeden Saner, bu çalışmaların sonuçlarının paydaşlarla paylaşılacağını ve ortak bir karar üretileceğini söylemiştir. Dolayısıyla, Sayın Saner’den daha AB’ci olduğunu iddia eden Sendikalar ve nerdeyse tüm seçim kampanyalarını Çözüm ve AB üyeliğine dayandıran sol partiler bu sürece köstek değil destek olmalıdır. Bu noktada ilgili sendikalara ve siyasi parti liderliklerine Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’nin aşağıdaki sözünü hatırlatmak isterim:
YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜGÜN GİBİ OL.