Yıllardır Anavatan – Yavruvatan muhabbeti sürdürülüp gidiyor ve her yerden şükran duygularını duyuyoruz; kimi zaman politikacılardan, kimi zaman halktan ve bireylerden. Kendini zengin yapanları bilenlerden olmak da, hayata farklı bir gözle bakabilme duygusu kazandırır insana. Garip, ama gerçekten ülkesini ve halkını seven insan sayısı adamızda zannedildiği kadar çok değil ne yazıkki. Herkesin çok şey yapacağını vaad edip, hiç bir şey yapmaması da, kısır döngüye neden olmaktadır adada.
Öylesi ve böylesi olmayan bu yolda, partiler de birbirine benzeşmeye başladı. Hademelerin UBP binasını bastığını söylemiştik, bir baktım ki, aynı olay CTP iktidarda iken de gerçekleşmiş, sadece binalar farklıymış. Hırsızlara bakan torpili demiştik, aynısı CTP döneminde de olmuş, daha sonra da UBP’ de. Yani ülkenin derdi, kimseyi germiyor.
Esasen konuların da birbirinden farkı yok. Her iktidar, kendi döneminde gerçekleşenlerden sorumludur. Ancak bugüne kadar, ne sorumlular ortada, ne de yanlışları kabul edenler. Öyle ki, birbirinden farkı olmayan partilerin sadece isimleri değişik. Kendi dünyaları olmayanların, düşünceleri, vizyonları olabilir mi?
Hiç bir tutulur tarafı olmayan siyasi arena da iktidarlar, sadece Türkiye’den gelen paraların nasıl dağıtacağının ve çevrelerindekilere nasıl menfaat sağlayacağının derdine düşer. Gelecek gençlerindir desen ne yazar? Birileri oğlunu veya kızını milletvekili yapma derdinde. Böyle bir ada yoktur başka bir yerde. Kalite ve misyon, krallık ve hanedanlıktan öteye gidemiyor.
Yıllardır her sorun için “Türkiye el atsın” diyenler var. Sanki bizim halkımız bir şey beceremezmiş gibi. Bütün devleti ve altyapıyı şekillendiren her şeye Anavatan el atıyor, yaptırıyor ve para veriyor. İnanın, gelen paralarla üç tane KKTC kurulurdu, ancak doğru kullanılabilseydi. Emekli olmuş bir bürokratın “Türkiye karar versin. Kıbrıs’ ya sahip çıkacak ve bizi besleyecek, ya da Rum’a gider yamanırız” şeklinde itiraf etmesi her ne kadar garipse de, sıkışınca, nankörlüğün ve ihanetin ne demek olduğunu öğreniyoruz. Bu kadar da olmaz demeyin, oluyor. Kendisine ne söyleyeceğimi şaşırdım. Yapmayın, dedim, bu kadar basit mi? Hep kaçış noktası mı bulmak zorundasınız? “Evet” dedi. “Peki, Türkiye olmasaydı, bizler olabilir miydik?”, diye sorunca da “Hayır”, dedi.
Suçlusu Türkiye mi, bu kötü yönetimin? Öyleymiş. Türkiye mi söylüyor çalın, çırpın, devletin kasasını boşaltın, akrabalarınızı zengin edin, Mercedes’ lere binin, yiyin, için, boş verin KKTC’yi... ? Bunların tek sorumlusunun Türkiye mi, yoksa KKTC’ yi yönetenlerin mi olduğunu sorduğumda, aldığım cevap “yönetenler” oldu. Benim çıkışlarımdan sonra, o da ikna oldu veya ortamı germek istemediği için, öyle göründü.
Hayrın ve şerrin etrafımızda dolaştığı açıktır. Yanlışı ve doğruyu yaşayarak öğreneceğiz. Derler ki, üç insandan sakınacaksın: 1. dağdan inme, 2. dinden dönme ve 3. sonradan görme. Suçlu mu arıyoruz? Suçlu bizleriz. Hepimizin payı var buradaki çarpıklıkta. Türkiye’ de artık bıktı bizden. Kendimize gelmenin zamanı gelmedi mi hala?