Kıbrıs devamlı sıcak gündemi ile sıcak günleri içinde, Kıbrıs insanına eziyet çektirme konusunda uhdesinde birçok problemi taşımaktadır...
Crans-Montana 'nın ardından yorumlar hiç hızını kesmedi, liderlerin biraraya gelip aklın hakim olacağını söyleyenlerin yine yıllarca sürecek müzakereler için konu başlığı çekecek sıkıntılarının kalmayacağı da açıkça meydanda... Anlaşma olur, olmaz konuları ile devamlı konuşuluyor... İç bünyede devamlı hor görme hali devam etmesi de ayrı mevzu kaynağı olmaktadır...
Hafta sonu oldukça kalabalık sayıda ağırladığımız arkadaşlarımızın ayrı ayrı ama sonuçta fikir birliği saydığım kanaatleri antlaşmanın bundan sonraki süreçte olma ihtimalinin olmadığıdır... Bir arkadaşım ise köşe yazılarını okumayı çok sevdiğini söyleyince hangi yazarları tercih ediyorsun soruma haberlerde işitmediğimiz konularda yazan yazarları diye cevap verdi. Belli ki okuyucu derin mevzulardan oldukça sıkılmış, ayrıca olumsuz her türlü eleştiriyi içinde öneri olmaması halinde beğenmediği söylüyor... Bu gün tesadüfen görüp okuduğum, etkilendiğim ve seçme olduğu ifade edilen hikayeyi yine sizlerle paylaşacağım...
Hepinizin bildiği gibi veba öldürücü ve bulaşıcı bir hastalıktır... Korkunun ecele faydası yoktur cümlesinden hareketle ilginç gelen anlatım aynen şöyle, ne diyebilirim, keyifli okumalar .
'Bir gün bir kervan Bağdat yönüne doğru ilerlerken yolda Veba’ya rastlar. Kervan başı Veba’ya, “Sen niye Bağdat’a gidiyorsun?” diye sorar. Veba, “5 bin kişinin canını almak için” diye yanıt verir. Aradan zaman geçer, Bağdat’tan dönen kervan dönüş yolunda yine Veba’ya rastlar. Kervanbaşındaki kişi Veba’ya, “Bana yalan söyledin. 5 bin kişinin canını alacağım dedin. Ama sen 50 bin cana kıydın” diye bağırır. Veba, bunun üzerine şu yanıtı verir: “Ben 5 bin kişiyi öldürdüm. Geri kalanı korkudan öldü.” Korkunun ecele faydası yok, derler. Bunu bildiğimiz halde korkarak yaşamamızın nedeni ne?
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki, ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye imkân yok. Onu eski haline döndürür. Ve der ki, “Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem.” Ünlü yazar Shakespeare, bu konuda şöyle diyor: “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor… Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.”
O kadar çok korkuyoruz ki, korkularımızdan yaşamaya zaman kalmıyor. Oysa mutluluk, eyer vurulacak bir at değil. Garantisi yok, süresi yok. Onun için mutluluk yakalandığında, korkmakla vakit kaybetmek yerine, onu değerlendirmek gerek. Ama bunu kaçımız başarıyor? Kaçımız, “Bugün mutluyum. Tadına varayım” diyebiliyor? Lord Byron’ın dediği gibi, “Mutluluğu tatmanın tek yolu onu paylaşmaktır, çünkü mutluluk ikiz olarak doğar.'
Okunası hikayelerde, gerçeklerin varlığında, yaşanılası bir çevre ancak mutlu ve umutlu insanların başarısı ve inancı ile olur... Yoksa dert yumağı gibi hiç bir atılım yapmadan yuvarlanıp gitmenin hiç bir faydası olamaz... Yaşadığımız ülkenin hep kötü yönlerini görmek, ön plana çıkarmak ne kadar doğru, ne kadar yanlış hep birlikte düşünüp karar üretmek gerekir... Belki de bu kararların üretilmesi ile çevremizde daha mutlu insanları görebileceğiz... Hiç bir konuda inatlaşmak da çare değildir... Zaman her şeye muktedirdir... Yaşayıp görmek gerek...