Bitmeyen yolculuklar…

Moskova’da son günümüz… Saatler gece yarısını vururken tren garındayız. Ruslar demiryolu ulaşımının önemini iki yüzyıl önce fark edip, ülkeyi demir ağlarla örmüşler. Elbette bu kadar büyük bir ülkede en ekonomik ulaşım bu olsa gerek.

Moskova’da son günümüz… Saatler gece yarısını vururken tren garındayız. Ruslar demiryolu ulaşımının önemini iki yüzyıl önce fark edip, ülkeyi demir ağlarla örmüşler. Elbette bu kadar büyük bir ülkede en ekonomik ulaşım bu olsa gerek.
Yolculukların en sevmediğim yanı, köpek enceğini taşır gibi, valizleri oradan oraya çekiştirmek oluyor. Elde olmadan, sık sık görev gereği yer değiştiren insanlar aklıma geliyor. Ne zor iş… Tam çevrenize alışıyorsunuz, haydi bakalım tası tarağı topla git.
Kocaman bir gar… Gece yarısı olmasına karşın bayağı kalabalık. Oturduğum yerden duvarda asılı saate bakıyorum, henüz yarım. Tren gece birde kalkacak. Demir kanepelerde, eşyalarını çevrelerine dizmiş, uyuyanlar var. Kim bilir, nerelerden gelip nerelere gidiyorlar. Hayat bir sürü çapraşık olaylarla örülü… Yanımda iri kıyım bir kadın oturuyor. Orta yaşı geçmiş. Yüzü kıllarla kaplı. Gençliklerinde bu kadar güzel olan kadınlar, nasıl oluyor da yaşlandıkça bu kadar çirkinleşiyor diye düşünmeden edemiyorum. Aslında çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır derler. Haksızlık etmemeliyim, yüreğine bir dokunsam, ne hikayeler çıkar kim bilir…
Derken bizi getiren görevli, haydi diyor, valizlerimizi çekiştirerek vagonlara doğru yürüyoruz. Uyku saatim çoktan geçti, gözlerimden uyku akıyor ama yapabileceğim bir şey yok. Beni hangi sürprizlerin beklediğini de doğrusu çok merak ediyorum.
71 nolu vagonun önündeyiz, biraz bekliyoruz. Görevli geliyor, elindeki anahtarla girişi açıyor ve içeri giriyoruz. Ben İstanbul’da günlük gidişler için semtler arası trene bindim. Yataklı vagonları hiç bilmem, görmedim de…
Girişin karşısında köşede belki de yüzyıllık bir çay semaveri var. Çok ilkel bir çeşmesi ile ilginç görünüyor. Sola döner dönmez ancak iki- iki buçuk metre karelik alanlara monte edilmiş iki katlı deri kanepeler var. Anlıyorum ki bunlar yatak olarak kullanılacak. Her girintide ve karşısındaki bir metrelik koridorda toplam altı tane yatak var. İleriye doğru bakıyorum, burası 50 kişilik bir kompartıman… Düzenleme son derece tıklım tıkış… Biraz uzun boyluysanız yatak üzerine ancak eğilerek oturabilirsiniz. Her yatakta mavi- beyaz çizgili çarşafla kaplanmış, kirli yorgan ve yatak arası şilte var. Elinizi sürmeye çekinirsiniz. Neyse ki onların üzerinde şeffaf naylonlar içinde tertemiz iki adet küçük çarşaf, yastık kılıfı ve yüzünüzü silmek için kumaş peçete var. Biletime göre üst kat benim ama Hasan Beyden rica ediyorum, o üst ranzayı kabul ediyor.
Kirli pencere camından dışarının ölgün ışıkları görünüyor. Gitgide boğucu bir hava yerleşiyor içeriye. O kadar kalabalığa rağmen fazla ses yok. Bizde olsa bağıra çağıra konuşulur diye düşünüyorum. Yandaki genç kız, öğrenci olmalı, alışkın hareketlerle hemen şiltesini açıyor, çarşafı seriyor. Çantasını yastığının altına yerleştirip uzanıyor, elinde kitabı… Ben de ona bakarak yerimi hazırlıyorum. Başımı koridora doğru vermezsem boğulacağım zannediyorum. Yan komşum da Bosnalı Ayşe… İkimiz de çok şaşkınız, susuyoruz.
Tren saat bir olunca hemen hareket ediyor. Aralık camdan içeri serinlik geliyor. Şilteye uzanıyorum. 1944 yılında sürgüne gönderilen Ahıskalılar düşüyor aklıma… Böyle vagonlarda 50 değil belki de 100 kişi,üst üste balık istifi günlerce meçhule sürüklenmişlerdi, vatan topraklarından, ata topraklarından… Hem de bir gecede, apar topar… Okuduğum satırlar düşüyor aklıma… Dondurucu, karlı, insanın yüzünü kesen Sibirya soğuğunda… İnsan olanın insana reva gördüğü şu eziyeti anlamakta zorlanırım her zaman. Ölenlerinin gömülmesine fırsat verilmeyen, aç susuz karanlıklara sürükleniş…
Rayların sesi, durmadan sallanan yer, yanımızdan geçen trenlerin uğultulu ve mekanik tekerlek sesleri arasından içim geçmiş, uyumuşum… Uyandığımda ortalık yeni ağarıyor. Ağaçları, içinden geçtiğimiz dik çatılı köy evlerini seçebiliyorum. Yer yer de akarsular görüyorum. Gözüm saatte. Altıyı gösteriyor. Yolculuk dokuz saat… Yarıyı geçmişiz ama… Kompartımanda ölgün bir ışık dışında bir şey yok. İçerde bir kadın bir de erkek görevli var. Ara sıra koridorda yürüyüp denetliyorlar. Sadece gürültüyle nefes alıp verenleri duyuyorum. Bir de fısıltıyla konuşanlar var… Atletli şişman bir yolcu, elindeki kupasına çay doldurup yerine dönüyor. Kendimi bir filmin tam ortasında zannediyorum. Yoksa rüya mı görüyorum, şaşkınım…
Hayat elbette deneyimlerden ibaret… Yaşadıkça, gördükçe daha iyi anlamaya başlıyorsunuz, sizin dışınızdaki dünyayı… Keşfettikçe şaşkına dönüyorsunuz…
Nihayet Petersburg’dayız. Garın dışına çıkar çıkmaz bizi bekleyen kişiyle buluşuyoruz. Aslında burada iki tane tren garı olduğundan önce diğerine gittiğini anlatıyor. Genç, güler yüzlü… Bekir Bey… Master öğrencisi… Aydınlık yüzlü ve çok nazik… Bu şehirde kaldığımız iki gün boyunca, yanımızdan ayrılmıyor, otobüs gezilerimizde son derece açıklayıcı bilgiler veriyor. Ayrılırken de Petersburg tabakları hediye ediyor. Rusların Türklere sevecen davrandığını söylüyor, zaten bu her tarafta dikkatimizi çekiyor. Pek çok Rus Türkçe biliyor. Zaten yüzlerce işadamı buradaymış.
Bizi October Oteline götürüyor. EKİM Meydanına bakan aynı isimli eski bir otel… 1917 devrimi bu meydanda yapılmış. Nostalji yaşamak isteyenler gelirmiş buraya… Ayşe ile aynı odayı paylaşıyoruz bu kez… Şikayetimiz yok… Kocaman bir oda, kocaman yataklar, yüksek tavanlı, meydana bakan bir oda… Kahvaltı edip dinleniyoruz.
Gün boyu bu enfes şehri geziyoruz. Petersburg, Moskova örnek alınarak sonradan yapılmış bir şehir… Ondan kat kat güzel… Bu gece meşhur BEYAZ GECELERi göreceğiz. Leylaklar şehri… Her yan leylak kokuyor… Yemyeşil parklar, çiçeklerle bezeli alanlar, geniş caddeler… Binalar göz alıcı… Saint Petersburg da tıpkı Moskova gibi, bir nehrin, NEVA nehrinin kenarında hayat bulmuş. Köprüler birbirinden güzel… Yüzlerce hem de… Nehir kenarında oturan, keyif yapan insanlar… Kışlık Saray, müze yapılmış. Önündeki uçsuz bucaksız alanın adı Saint Marco Meydanı… Buraya Saray Meydanı da diyorlar. Biliyorsunuz Saint Marco ismiyle Fransa ve İtalya’da da böyle meydanlar var…
HERMİTAGE Müzesini yoruluncaya kadar geziyoruz ama sadece bir küçük bölümünü görebiliyoruz. İnanılmaz güzel bir saray, tavanları altın yaldızlarla süslü… Dönen merdivenlerde binlerce turistle karşılaşıyorsunuz… Dünyaca ünlü ressamların, heykeltıraşların eserleri… Bence anlatmaya imkan yok, mutlaka gidip görmelisiniz… Şehrin her yerinden tarih, sanat ve güzellik fışkırıyor… Saraylar, kaleler, katedraller, konaklar, heykeller, şatolar… Yürüdüğünüz her alanda seçkin Rus bestekarlarının müzikleri çalınıyor…
Akşamüstü, bir Türk lokantasına gidip damak tadımıza uyan yemekler yiyoruz, karnımız doyuyor. Türk- Rus Kültür Merkezin ziyarete gidiyoruz. Kapılardan karşılanıyoruz. Türk dilini ve kültürünü tanıtma ve öğretme çabasının en güzel örneğini veriyorlar. Kahveler, çaylar içiliyor ve tatlı bir sohbet gerçekleşiyor.
Otele dönüp dinleniyoruz. BEYAZ GECELERİ görmek için dinlenmiş olmamız gerekiyor. Beyaz geceler: “ Bir şafağın, geceye yarım saat vererek öbürünü değiştirmek için acele ettiği” lambasız okumanın mümkün olduğu gün ağarması vaktidir. Petersburg’u diğer Avrupa şehirlerinden ayıran en önemli özelliği budur… Gece on sıraları otelden çıkıyoruz. Masmavi bir gökyüzü… NEVA Nehri boyunca keyifle yürüyoruz. Gece on iki ama hala gökyüzü lacivertten öteye geçememiş. Hemen hemen tüm mağazalar açık… Elbette çalışanlar uykuda olmalı…
Ertesi gün de bazı yerleri geziyoruz. Buradaki TC Elçiliği de gelişimizden haberli… Arayıp davet ediyorlar. Bir çay için uğruyoruz. Ben ille de kahve içiyorum. Konsolos ENES HÖL… Gencecik, temiz yüzlü, saygılı… Ona çiçekler veriyoruz. Ardından Kıbrıs Bayrağı, tanıtım cd’si ve broşürler… Özellikle benimle ilgileniyor. Kıbrıs’ı soruyor. Gelecekte orada göreve gelebilirim diyor.
Bu güzel yerlerden ayrılmak istemiyoruz. Uçağımız akşama… Eşyalarımızla araca yerleşiyoruz. Petersburg turuna devam… Uçak saatine kadar birkaç yer daha görüyoruz. Artık dönme vakti…
Her güzel yer, anılarıyla birlikte belleğe yüklenir… Ben de öyle yapıyorum. Rusya çok gerilerde kalıyor. Bir başka ülkeye, bir başka zamanda, merhaba demek dilekleriyle ayrılıyoruz…
Bu haber 3001 defa okunmuştur

:

:

:

: