Sizinle haftada bir buluşmak, düşünce ve duygularımı aktarmak artık bir alışkanlık oldu. Geçen haftadan bu yana umarım iyisinizdir, her şey yolundadır, diye düşünüyorum.
Baharı aratmayan sıcak havaları yaşasak da, özellikle güneş battıktan sonra ve geceleri havalar iyice serinledi. Bence yaz yazlığını, kış kışlığını bilmeli, değil mi ama… Ne kadar değişseler de öz aynı… Yaşamın sonbaharları da aynı mevsimler gibi…Yaprak dökümü bir başladı mı durmak bilmiyor…
ÜLKEMİZDE SONBAHAR…
Yaprak dökümü çok hızlı başladı ne yazık ki! Toplumun çok değerli yazar ve sanatçılarını ardı ardına kaybettik son iki- üç hafta içinde…
Kimler yok tu ki: SUNA ATUN, BENER HAKKI HAKERİ, VELİ KAYMAKLILI, BİLBAY EMİNOĞLU, ÖZER HATAY… Benim bilmediğim, tanımadığım daha niceleri…
ÖZER HATAY…
Düşünüyorum en başından… Sevgili Özer Hatay’ı ilk ne zaman tanıdım diye… Yıl 1985… Dereboyu’na paralel yoldaki Candemir Apt. Küçük oğlum tam üç yaşında… Apartmanın üçüncü katındaki daireye taşınıyoruz. Sakin, kendi halinde ve çok nazik bir beyefendi Özer Bey… Eşi Müzeyyen Hanım… O yıllarda küçük oğulları Mehmet henüz lise öğrencisi… Mete yurtdışında… Galiba İsviçre’de…
Kendi halinde, mütevazı yaşayan insanlar… Yeni evimiz sorulduğunda hemen /Özer Hatay’ın apartmanında/ demek kurtarıyor beni… Çünkü onu tanımayan yok… O yıllarda gazetecilik filan hayal benim için… Bu yüzden olmalı, ona daha bir hayranım…
Hayranlığım sonraki yıllarda da artarak sürüyor. Köşe yazılarındaki içtenliği, dürüstlüğü ışık oluyor bana… Olduğu gibi, düşündüğü gibi aktarıyor olayları… İnandığı fikirlere, medya ahlakına sıkı sıkıya bağlı oluşu daha bir örnek… 1996 yılında Kıbrıs Gazetesinde yazmaya başlayınca, ona danışmalarım başlıyor. Balkonda kahve içerken uzun sohbetlerimiz hep gazete ve yazarlık üzerine…
İnsan birinden ne kadar etkilendiğini, ancak aradan yıllar geçince fark ediyor. Yazarlığımız usta- çırak ilişkisi ile onun belki de farkında olmadığı, benimse her sözünü içime sindirdiğim dönemler… Bu arada benim Kıbrıs’tan Avrupa (Afrika), Ortam ve Star Kıbrıs’a geçişim… Oysa o hep HALKIN SESİ’nde…
Fazla politik olmayan daha çok yazma eylemi ile ilgili ayaküstü sohbetlerimiz… Bilmem o bunu bilerek mi yapıyordu: Yazdıklarımı, okuması, beğendiği yerleri aklında tutup bana söylemesi beni öyle yüreklendirirdi ki…
DAMDAN DÜŞEN ADAM kitabı çıktığında çocuklar gibi sevinmişti. Gözleri ışıl ışıl, eşinin yazmasını, kendi de imzalamasını istemişti… Kitabını mutlaka alıp okumalısınız. Toplum yaşamında SAYGI ve KURALLAR onun olmazsa olmazıydı…Zaman zaman yabancı ülkelerden örnekler verir, bizim de onlar kadar duyarlı olabileceğimize inanmak isterdi.
Son yıllarda oğulları hep yanındaydı ve bu, onu inanılmaz mutlu ederdi. Zaman zaman yurt dışında yaşayan torunları da aralarına katıldığında (Emre, Ayda ve Peri onun yaşama sevinciydi biliyorum.) gözleri bir başka parlardı… Sanırım 50 yıla yakın birlikte olduğu hayat arkadaşı Müzeyyen Hanım, onun güvenle yaslandığı ÇINAR AĞACIydı.
Kapılarını çalıp ne sorsam “ Müzeyyen bilir…” derdi. Ya hemen çağırıp sorar, dışarıdaysa gelince söylerim, derdi.
Son beş yıla yakın bir süre, belki daha çok hastalıklarla boğuştu. Ne mutlu ki hep onu düşünen, her ihtiyacına cevap veren eşi ve çocukları vardı.
Gidenin ardından söylenecek fazla bir söz bulunmaz. Çünkü söyleyeceğiniz her şey boğazınıza düğümlenir… Anlatacak ne çok şeyiniz vardır da bir türlü toparlayamazsınız… Sevgili ÖZER HATAY’a Tanrı’dan rahmet diliyorum, ailesine sevenlerine de sabırlar diliyorum. KABRİNE NURLAR YAĞSIN… Gerçekten karıncayı bile incitmemiş bir insandı o…
GİT BAŞIMDAN KASIM
var git başımın belası
takvimler sensiz de
akar gider nasılsa...
arsız kasım yeli
kırdın bütün dallarımı
baharına duran tomurcuk...
küstü bütün bütün...
ben çocuksu sevinçlerimi
ödünç vermiştim sana...
yazık ki ne yazık
ilikdonduran soğuğunda
yüreğimin ateşini
söndüremedin bir türlü...
var git başımdan kasım
törpüleme sabrımı
sınama beni...
(Ayşe Tural, Aşkın Kum Saati)
YOLLAR BİTER BİR GÜN...
Yaşamın uzunluğu kısalığı değildir aslolan… İçini nelerle doldurduğunuzdur. Hangi ideallerinizin peşinde dur-durak bilmeden koştuğunuzdur. Kimler ve neler uğruna yaşamınızdan vazgeçtiğiniz anların çokluğudur… Gözü kara daldığınız mücadelelerdir. Geride bıraktığınız derin izlerdir…
Behçet Necatigil’in dediği gibi “ Aç parantez ( doğum tarihi - ölüm tarihi ) kapa parantez…...” Her ne varsa o kısacık çizgidedir. Bir ömür nasıl da sığar şu küçücük çizgiye… Böyle düşünebilsek zaman zaman, biraz Yunus’laşabilsek (Yunus Emre)… “ Mal sahibi, mülk sahibi/ hani bunun ilk sahibi…” yi hatırlayabilsek… Daha güzel insanlar oluruz. Güzel insanların dünyası da/ yürekten inanıyorum/ elbette barış dolu, güzel bir dünya olurdu...
UMUDA YOLCULUK
Dokunulmamış sevgiler
İnci çiçeği gibi
Deniz dibinde
Midye sedefi bir yürek
Açar açmaz
Güneşe gülümseyen papatya…
İçimin ırmağında bir serseri mayın
Geceye inat yanıp sönen ateş böceği...
Umutlarım gökyüzünde uçurtma
Çoğalmanın coşkusu yüreklerde…
Dinle bak
Ruhum Girne akşamlarını
Soluyor derinden derine
Erguvan renkli suda Haşim
Geçmiş zamanları dinliyor…
Yaşamın sarhoşluğunda
Bin bir renk bin bir koku
Yüreğim
Filizkıran fırtınalarından uzak
Yamalarımı bir iyice saklayıp
Sığınmış limanına hüzünlü gözlerim…
Akşamlardan herhangi bir akşam işte
İçimde dünden kalma şaşkın bir telaş
Bir/ yeniden bulma/ sevinci sanki
Kaybedilenlerin yerine…
Gecenin mavisinde buğulu dolunay
Umuda uğurluyor beni
Aydınlık yarınlara…
(Ayşe Tural)
LEFKOŞA TÜRK MAARİF KOLEJİNDE HARİKA BİR GÜN
Bugün Lefkoşa Türk Maarif Kolejindeydik, okula emek veren, yıllarca orada öğretmenlik yapan bizler buluştuk... Sarıldık, kucaklaştık... Öyle mutluyduk ki! Kahvelerimizi yudumlarken, kısa zaman diliminde dünleri paylaştık... Adeta o yıllara geri döndük... Herkesin yüzünde kocaman gülümseyişler vardı...
Eski Milli Eğitim Bakanı Günay Caymaz, Suna Aytaçoğlu, Erdoğan Saraçoğlu, ...Ümit Serdaroğlu, Ali Volkan , Yıltan Taşçı, İlkin Erçelik, Tunciz Pirhan, Berna Yılmazoğlu, Mehmet Kortay, Gaye Çağlar... Bir de BEN tabi... Aklımda kalanlar bunlar... Unuttuklarım kusura bakmasın...
Okul Müdürü Sevgili Fehmi Tokay, idareci ve öğretmenlerinden kurduğu ekiple TMK'nın bir belgeselini hazırlatıyordu. Tüm görevli genç meslektaşlarımız, bizi memnun etmek için adeta yarışıyorlardı...
Ne güzel bir düşünce tarzı... Bir vefa örneği... Bizlerle ayrı ayrı minik söyleşiler gerçekleştirdiler, çekimler yapıldı, fotoğraflar çekildi.
Bir zamanlar ders verdiğim sınıfın önünde durmak, bayrak törenlerinde kullanılan bahçeyi görmek bende kaybolduğunu sandığım anılarımı canlandırdı, beni çok duygulandırdı... Sanki dün oradan ayrılmışım gibi, sınıfın kapısından seslensem, hepsi yanıma koşacakmış gibi geldi...
İyi ki vardınız çocuklarım, iyi ki sizlerle güzel yıllar geçirmişim... İyi ki öğretmen olmuşum... İNANIN! Tekrara dünyaya gelsem yine öğretmen olmak isterim... Hem de yine sizin öğretmeniniz olmak...
Sizi hatırlamak gözlerimi yaşla dolduruyor, duygusallaşıyorum... Yaşlanıyor muyum ne?
Sevgili FEHMİ TOKAY'a bugün için... / 25 KASIM'DA okulda kutlanacak ÖĞRETMENLER GÜNÜ'ne bizi davet ettiği için.../ Bizi hatırlayıp bu anları yaşattığı için çok teşekkür ediyorum...
ŞİİR VE BEN...
Şiiri çooook severim, huyum kurusun… Ondan asla vazgeçemem… O, benim yaşama sebebimdir, hayat kaynağımdır… Hayal ülkemdir… Orası benim mutluluk ülkemdir… Masallarımla, düşlerimle, ayın kucağında uykuya dalmaya bayılırım… En güzel şiirlerimi orda yazarım…
ŞİİR
İpekten olur şiirin ipliği
Kozalarda
Binbir emekte kelebek
Sözcüklerin altın kanadı
Uçurmalı yüreği bulutlara…
Vallahi ayların hiç suçu yok, bütün suç bende...'
NERDE O AŞK ŞARKILARI...
Şarkılardan fallar tutulurdu. Bu şarkı benden ona, ikincisi ondan bana diye… Gözler nemlenirdi, sitemliyse sözleri şarkının… Ya da ayrılıklardan söz açıyorsa şarkılar… Hele hele biten aşkları anlatıyorsa… Ah! O şarkılar… “ Gözlerinin içine başka hayal girmesin…” derken, o duyguları taa içimizde duyardık… Ortaokuldaki liseli aşkımın “Ufacık tefeciktin yemyeşil gözlerin vard...ı…” şarkısını benim için defalarca dinlediğini yıllar sonra öğrendiğimde; hem çok mutlu olmuş hem de keşkelerle gecelerimi doldurmuştum… Haberim yoktu ki! Bugün bile aklıma geldiğinde hayıflanırım…
Papatya fallarına bakılırdı… Zavallı papatyalar neden yolunduklarını bilmezlerdi ama kırlarda elimizden kurtulamazlardı… İskambil kağıtları da bu işten nasibini alırdı elbette… Günümüzde bile falcıların kapılarının aşındırılması da bu yüzden zaten…
KÜÇÜK ŞEYLER
Küçük diye gözardı ettiğimiz, önemsemediğimiz pek çok şey aslında ne kadar da önemlidir. Özellikle İNSAN söz konusuysa...
Yaşamın içindeki duruşumuzda ayrıntı deyip göz ardı ettiğimiz nice küçük şeyler, bütünün içinde ne kadar da bağlayıcıdır aslında.
Gençler evlenmeye karar verir. Oturacakları ev, eşyalar, köşeye konacak vazo, düğün pastası, davetli listesi... Hatta masa örtüsünün kurdelesinin rengi bile konuşulur... Hem de inceden inceye tartışılır da nedense çiftlerin evlendikleri zaman birbirlerine nasıl davranacakları, ailelerinin hayatlarına ne kadar karışmalarına izin verecekleri, konuşulmaz. Önemsiz gibi görünen, uyku saatlerinin, yemek alışkanlıklarının uyup uymadığına bakılmaz. Yaşamdan beklentileri tartışılmaz. Fikir ayrılıkları üstünde bile durulmadan o an için -tamam-deyip es geçilir. Nasıl olsa karşılıklı olarak herkes kendi üstünlüğünü kafaya koymuştur. Hele bir evlenilsin, gerisi kendiliğinden hallolur sanılır.
Gençlerimiz evliliği çocuk oyunu, evcilik oyunu gibi algılar. Masallardaki gibi her şey olup bitecek ve sihirli değnek dokunmuş gibi her şey tıkır tıkır yürüyüverecektir...
Öyle yağma yok! Bu iş o kadar kolay değil ne yazık ki! Bu konuda çevrenizde binlerce örnek varken -hala gözü kapalı- evlilik işine balıklama atlamak niye? Neden dört yıl, beş yıl süren arkadaşlıklardan sonra evlenenler ilk altı ayda paldır küldür ayrılıyor ? Bunu masaya yatırıp bir iyice düşünmelisiniz derim, ben. Neleri atlıyorsunuz acaba? Çok ciddi konular hiç konuşulup tartışılmıyor ki evlilikle beraber akla gelmeyen, bazen de incir çekirdeğini doldurmaz gibi görünen konular gündemin baş köşesine oturuveriyor. Bence evlilik kararı alanlar bunu karşılıklı tartışmalı... Bir iyice tartışmalısınız ki, evlilik sonrası hüsrana siz de uğramayasınız.
Bu konuda çabuk vazgeçişleri de anlayamıyorum inanın... Oysa birinden vazgeçmeden önce bence, onun hangi özelliklerinin sizin için çok değerli olduğunu gözden geçirmelisiniz. Sizin için çok özel olan yanları mutlaka vardır. Sadece sizin için özel anlamlı bazı davranışlar... Ondan nasıl böyle kolayca vazgeçersiniz ki! İşte bunlar küçük şeylerdir aslında, en can alıcı noktalardır da...
Yıllar önce ayrıldığınız sevgilinizin bir hareketini çağrıştıran bir şey olur. İçiniz nasıl da burkulur, yanar... Onun yüzünde hatırladığınız bir çizgi burnunuzun direğini sızlatır. Bak şu kadın, nasıl da onun gibi başını yana eğerek gülüyor, diye geçiverir içinizden... Küçücük, gereksiz bir ayrıntıdır aslında... Ya da şu erkeğin yürüyüşü aynı o... Yılların ötesinden şimşek hızıyla gelir yüreğinize bıçak gibi saplanır. Kıymet bilmeyişiniz kafanıza dank eder belki... Aslında alışkanlıklar hayatımızı oluşturur ve gidenin yeri inanın kolay kolay dolmaz. Hatta benzerlerinin peşine düşersiniz farkına varmadan... Küçük şeylerdir aslında...
Çocuğunuz büyür... Sizden uzaklarda yaşar... Bir küçük çocuk görürsünüz annesinin kucağına sokulan... Tıpatıp aynısıdır... Gözleriniz dolar... Keşke keşke yanınızda olsa yine...
Çocuğunuz adam olur ama o anne kokusu, çocuk yaşında anne eteğine sarılıp yüze dokunan ipeğin yumuşaklığı hiç unutulmaz. Ne zaman hışırdayan bir etek görse ardından bakakalır; ne zaman annesine benzer koku duysa, gözleri , “Anneme benzeyen, annem gibi kokan kim?” , diye etrafı araştırır. Özlem taaa yüreğine çöreklenir... Küçük şeylerdir aslında...
İnsanlar zamanlı zamansız ayrılıverir aramızdan... Düşünemeyiz... Düşünemeyiz de bitmeyen kırgınlıklarımız, dargınlıklarımız ve kaprislerimizle uzaklaşmışızdır. Ardından kayıplar gelir... İstediğiniz kadar hayıflanabilirsiniz. Elinizden bir şey gelmez... Sahi niçin küstüğünüzü bile hatırlamazsınız oysa... İçinizde acısı kalır... Değdi mi yani... Küçük şeylerdir hani... Küçük şeyler....
Yaşam güzellikleri ıskalamaya gelmez. Güzellikler de hep ayrıntılarda gizlidir... Yani küçük şeyler... Aslında bizi en mutlu edenler de küçük şeylerdir.... Küçük şeyler...
YÜREĞİMİZİN SESİ
Yüreğinizin sesini dinlemeyeli çok oldu mu? En son ne zaman o sese kulak verdiniz? Belki de sizler, sık sık onun sesini dinleyen şanslılardansınız... Dilerim öylesinizdir.
Son on yılların sorunu bu... Günlük koşuşmalardan tutun da, içinde yaşadığımız dünyada bize dayatılan lükse, paraya, mevki hırsına ve her konudaki bitmek bilmeyen daha...daha...daha...lara bağımlılığımız; / işte o sesi/ yüreğimizin sesini duymamıza engel oluyor.
Akşam yatağa yattığımızda, bedenimizin dışına çıkıp tepeden şöyle kendimize bakabilsek keşke... Gördüğümüz manzara, pek de hoşumuza gitmeyecek gibi... Tıpkı deniz hayvanları gibi, kabuğumuza çekilmiş gibi miyiz ne? Kendimizi dış dünyadan soyutluyoruz sanki... İlişkiler yüzeysel ve küçük hesaplar peşinde koşuluyor. Napolyon’un “ Para... Para... Para...” deyişi gibi durmadan evler, arabalar, paralar... sayıklıyoruz. Eskiden bu kadar para mı vardı, yoksa son model arabalar ve evler mi ? Kat kat gökdelenler de... Birbirimizden gitgide uzaklaştık, yabancılaştık. Bir selamı, ya da tebessümü esirger olduk çevremizden... Eskiden öyle miydi ya... O zaman sanki daha kanaatkardık, paylaşımcıydık ve en önemlisi içten dostluklarımız vardı.
Acaba doğru modeller oluşturamadığımızdan mı gençlerdeki yozlaşma... Toplumsallığı, paylaşımcılığı, onun büyülü formülünü taşıyamıyor muyuz yeni kuşaklara... Biz nerde hata yaptık?