Bir trafik kazası ve boşuna beklediğim insanlık

Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda epey düşündüm.

Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda epey düşündüm. Bizzat yaşadığım bir

olaydan çıkardığım ders o kadar hüzünlüydü ki yazmaya karar verdim. Olay

Almanya'da geçti. Elbette bu ülkede milyonlarca güzel insan yaşamakta. Ancak

aynı olay Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs'ta yaşanmış olsaydı sanırım insanların

o ankı tavrı Almanya'dakilerden çok farklı olurdu.

 

30 Ekim sabaha karşı dörtte Nihat evin kapısındaydı. Arabanın yanına

geldiğimde o 'navi'ye' gideceğimiz Berlin Schönefeld Havaalanı adresini

kaydetmekteydi. Saat 9.25'te bir dostumuzu oradan alacak ve Brandenburg

Eyaleti'nin bir kasabasındaki toplantıya gidecektik. Takriben 510 km'lik bir

yolumuz vardı havaalanına kadar ve alışık olduğumuz için gayet normal bir

yolculuk olarak planlamıştık. Nihat, yan koltuğa geçti ve ben anlaşmış

olduğumuz gibi direksiyona. Otobanlarda ben kullanacaktım ve o da kent

içinde direksiyona geçecekti. 'Audi 8 Quatro' bu tarz yolculuklar için

mükemmel bir araç olduğundan tercihimizdi. Yola çıktıktan sonra Hessen

Eyaleti'ne yağan ilk kar tanelerini de yaşamanın sevinciyle bomboş Hessen

otobanlarını ardımızda bırakıp Thüringen Eyaleti otobanlarında yola devam

ettik.

 

Saat 6 civarında tam bir kar fırtınası içinde temkinli bir şekilde yola

devam ediyorduk. Temkinli diye özellikle belirtiyorum çünkü tüm dostlarım

iyi yol koşullarında benim hızlı araç kullandığımı bildiklerinden yanlış bir

düşünce olmasını istemem! Hava ve yol koşulları nedeniyle sürat kesmiş bir

vaziyette yol almaktaydık. Araç sollamıyorduk. Hava hala karanlıktı. O ana

kadar yolda bir kaç buz tutmuş noktada aracımızın donmuş küçük alanlardan

geçerken çok ufak çapta kaydığını hissetmiştim ve bu konuyu Nihat'la

konuşuyorduk. Yolda kaygan yerler olduğunu ve dikkat etmek gerektiğini ve de

aracın hem ağır hem de teknik olarak iyi donanımlı olması sayesinde sorun

yaşamadığımızı söylemiştimki 'şom ağız' kelimesinin ne anlama geldiğini o an

yaşamak zorunda kaldık.

 

Eisenach kentini geçmiş dağlık bir bölgedeki üzerinde yol aldığımız otobanın

görünümü birden değişti. O an aracımız da o değişen görüntüyü oluşturan

karlı alana girmiş oldu. Ve ben 'eyvah kayıyoruz' dediğim andan itibaren

aracımız tabiatın en iyi teknikle de karşı koyamayacağımız kanunun kurbanı

vaziyette ilk dönüşünü yapmaya başladı. O andan itibaren 'kaza' isimli

filmin başrol oyuncularıydık. Nihat soğukkanlı bir şekilde tek kelime

etmeden sadece olanları izleyerek ve benim son yapabileceklerime zarar

vermemek amacıyla sessiz bir vaziyetteydi. İkimiz de önümüzdeki sinema

perdesi tarzındaki ön camdan olanları izliyorduk. O arada ben direksiyon

dışında başka işe yarayacak bir olanağa sahip olmadığımdan o andan itibaren

sayısız dönüşlerimizi kontrol altına almaya çabalıyordum. İlk hedefim

otobanın sol yanındaki iki otobanı ayıran engellere çarpmamak oldu. İkinci

hedefim ise arkamızdan gelen ve hem aynı yol sorunuyla hem de bizim

dönüşlerimizle yarı panik halindeki sürücülerin sürdüğü otolara çarpmayarak

dönebilmekti. Dönmeyi durdurma şansım yoktu ama en azından ufak da olsa

dönüşü etkileyebiliyordum. Bir beklentim vardı. Arabanın burnunun doğru

istikamete yöneldiği an 'allah ne verdiyse' diyerek tüm dört teker gücüyle

aracı öne fırlatmak. Bir çok farklı eğitimlerde bir aracı en zor koşullarda

kullanmayı veya 'el freni ve fren kullanarak tam tersi yöne döndürmeyi'

öğrenmiştim. Ancak bu becerileri tekerlerle yolun arasına kaygan bir

maddenin girdiği bir ortamda sunabilmek imkansızdı. Lunaparkta çarpışan

arabalardan tek farkımız çarpışmıyor olmayı becerebilmiş olmamızdı. Son

dönüşümüz esnasında arkamızdan gelen bir başka aracın üstümüze geldiğini

gördüğümde artık tek bir manevra şansımız vardı.

 

Nihat ve ben 'uçan arabanın' ne olduğunu bundan sonra hiç merak etmeyeceğiz.

Otobandan havalanıp bir tarlaya dört teker üstüne iniş yaptığımızda, aracın

ağır ve dengeli olması ve de karlı zeminin ıslaklık nedeniyle yumuşak olması

sayesinde takla atmak zorunda kalmadık. Verilmiş sadakamız vardı. İkimiz de

ilk önce 'ne olup bittiğini' anlama zamanını koltuklarda sessiz oturarak

geçirdikten sonra otobanın aşağısında bir yerde tarlada durduğumuzu tespit

ettik. Kesinlikle olanları yazıyorum: o andan itibaren insanlık adına

şaşırdık. Bizim tüm bu yaşadıklarımızı yaşayan ya da yaşamayıp uçtuğumuzu

gören otomobil ya da kamyonlardan hiç biri durup bir bakmamıştı bile. Eğer

uçan aracın içindeki şahıslar ağır yaralı ve bayılmış olsalardı orada öyle

kalakalacaklardı.Neyse biz sağlam olduğumuzdan polisi aradık. Onlar önce

yerimizi tespit için epey kafa yordu. İlginç olanı 'durmayanlardan' biri

bile telefonla olsun ihbarda bulunmamıştı. Sonuç olarak polis geldi.

Kurtarıcı geldi. Almanya her zamanki gibi 'dört dörtlük' işledi ve biz

otomobil klübünün bize verdiği ikinci bir araçla çok gecikmeli de olsa

yolumuza devam ettik.

 

Ancak dediğim gibi eğer her şey olduğundan 'kötü' gelişmiş olsaydı ve

aşağıda ağır yaralı yatıyor ve yardım isteyemiyor olsaydık bugün bu yazımı

yazma şansım olmayacaktı. İnsanlığın nasıl ölmüş olduğunu yaşattı bu kaza

bana!

 

Açık söylüyorum. Türkiye'de ya da KKTC'de olsaydı insanlar durur ve yardıma

koşardı. Belki Almanya'daki gibi haber verildiğinde işleyen 'perfekt yardım

sistemi' yok. Ambulans ya da polis geç kalabilirdi. Ama ben 'yardım edeceğim

diye bazen hatta yanlış işler de yapan ve yardım adıma her kafadan bir ses

çıkan karışıkığa neden olan ama durup insanca yardım eden insanların' olduğu

toprakları çok seviyorum.

Bu haber 413 defa okunmuştur

:

:

:

: