Ilık ve bulutlu bir nisan gününde Glasgow’un merkezine 10 dakika uzaklıkta olan Barrhead kasabasına, Kıbrıslı Türk Ressam Gültekin Bilge ile buluşmak için yolculuğa çıktım.
Röportaj sevgili öğretmenim Ayşe Tural’ın fikriydi, Glasgow’da yaşayan Kıbrıslı Türkler olarak birbirimizi tanımadığımızı öğrenince hemen bu işe bir el attı ve hem iki saygıdeğer tatlı insanla tanışmama hem de ilk röportajımı yapmama vesile oldu. Gültekin Bilge ile partneri Anne McCann beni çok şirin ve sıcacık döşenmiş müstakil evlerinde ağırladılar.
İkisi de o kadar tatlı ve içtendi ki ilk röportajım olmasına rağmen birkaç dakika içinde gerginliğimden eser kalmamıştı. Sevgili Anne, bizi Gültekin Bilge’nin muhteşem tablolarıyla süslenmiş koridorlardan geçirdi ve çiçeklerle dolu yemyeşil bahçeye bakan ikinci salona getirdi. Camlarla çevrili salon sıcacık ve şık bir şekilde döşenmişti, duvarlar Gültekin Bey’in güzel eserleriyle donatılmıştı. Geniş, rahat koltuklara oturduk ve röportajımıza başladık.
1. Sayın Gültekin Bilge, kısa yaşam öykünüz?
Kıbrıs’ta Baf kazasının Ceyhan (Ciyas) köyünde doğdum. Babam maldar bir adamdı, çocukluğum hep bahçelerde çalışarak, ağaçların meyvelerini toplayarak geçti. Çocukluğumda killi toprakla çok oynar, ellerimle çamurdan eşek, kuş gibi figürler yapardım.
Bizim köydeki Yerovassa deresi alçı ve kireç taşı denilen yumuşak taşlar getirirdi. Ben o taşları alıp cebimden hiç eksik etmediğim ‘çakıcık’ dediğim çakımla insan yüzü veya hayvan şeklinde oyardım. Ayni zamanda düz gördüğüm her yere mesela ağaç ve toprağın üstüne bıçağımla birşeyler çizerdim.
İlkokulu bitirdim, ortaokula gittim ve orada Abdullah Demiroğlu ve Saim Onan gibi çok değerli ve kendilerinden çok şey öğrendiğim hocalarım oldu, daha çok resim yapmaya başladım.
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne gittim. Akademide okurken ayni zamanda İstanbul Terzilik Tekamül yüksek okulunda gece okuluna gittim, terzilik, makastarlık ve modayı öğrendim. Çünkü kafamda sanatla kadın modasını birleştirip Londra’ya çalışmaya gitme fikri vardı, bu yüzden koskoca bir diploma almıştım.
Beş yıl sonra mezun olup 1972’de Kıbrıs’a geri döndüm. 1973 yılında Avrupa’da sergi açmayı planlarken 1974’te harp çıktı ve domdom mermisiyle sağ elimden vuruldum ve sağ elimi kullanamaz oldum. Ben pandomim sanatçısı hem Türk sanat müziği sanatçısıydım; bağlama çalar, şarkı söylerdim hem de bir ressamdım. Ama sağ elimi kaybedince herşey değişti. Tüm umutlarım, hayallerim yıkıldı bir anda.
Savaştan sonra elimi kaybedince para kazanıp hayatımı devam ettirmek için öğretmenlik mesleğine başladım ve 30 yıl öğretmenlik yaptım. 1974’te evlendim ve iki çocuğum oldu. Elimden iki kere ameliyat geçirdim ama hiçbir zaman tam olarak düzelmedi.
Bu otuz sene içerisinde elimi düzeltmeye çalışırken birşey öğrendim: resim elle değil beyin ve akıl gücüyle yapılan bir sanattır. Yeni bir teknik, stil bulmam lazımdı sağ elimi de kullanabilmem için, sağ elime göre bir stil yarattım ve 2006 yılında tekrardan resim yapmaya başladım. Çizerken iki elimi de kullanıyorum, bazen parmağımı, bazen kuş tüyü kullanıyorum. Tekniğimde fırçanın yanı sıra kuş veya tavşan kemiği gibi çeşitli malzemeler kullanıyorum.
O zamandan beri yapmış olduğum yaklaşık 350 resmim var. 2006’dan beri Kıbrıs’daki ve Türkiye’deki atölyelerimde çalışmalarımı sürdürdüm. Sonra İskoçya’ya geldim ve dünyaya açıldım. Geleli henüz 2 yıl oldu ve bu kadar kısa sürede uluslararası bir başarı yakaladım.
2. Resimlerinizin hikayesi nedir?
Önceleri Uygur Türkçesi’nin formlarını boyada kullandım. Bir gün güneşte oturmuş dondurma yiyordum, dondurma kabının içindeki rengarenk dondurmalar kabın kenarında resim gibi desenler oluşturmuştu ve güneşin de yansımasıyla çok güzel görünüyordu bu.
Şekilleri sgraffito denilen resim tekniğine benzettim ve kafamda bir ışık çaktı aniden. Eskiden beri hep bir ‘Türk Resmi’ yaratmak isterdim çünkü resimde Türk stili diye bir şey yoktur. Sgraffito tekniğini kullanarak eski Türkçe’nin formunu boyada kullanmak geldi aklıma.
Bu teknikte uzun süre çalıştıktan sonra Türklerin yaptığı ebru sanatına yöneldim. Uygur Türkçesi’nin formuyla Türk ebrusunu birleştirerek yeni bir tarz yarattım. Sanatıma uluslararası motifler de katmak istedim. Elektron Mikroskobunun yarattığı fotoğrafları incelediğimde çok etkilenmiştim, fotoğraflardaki her nesne birer resim gibiydi.
Mikroplar ve virüsler korkunç güzel görünüyorlardı ama bir o kadar da öldürücüydüler. Bu fikir bende yepyeni bir felsefe oluşturdu: virus ve mikroplar insan vücudunun bir parçasına girince hastalığa ve hatta ölüme yol açabiliyor ve ben bu etkiyi resimlerimde göstermek istedim. İnsan vücudunun bir parçasına girmiş gibi resimlerimin bir parçasında virus benzerlerini resmettim ve böylece ‘Disease’ (Hastalık) serisi çıktı.
Resimde alışmış olduğumuz dikdörtgen/kare formu bozmak istedim. Kesilip yan yatmış bir Efgalitto ağacı gördüm, baş tarafı yola bakıyordu ve ağacın oluşturduğu şekil bana bir resmi hatırlattı. Arabamı ağacın yanında durdurup 15 dakika ağacı seyrettikten sonra ağaç üzerine resim yapma fikrimi buldum.
Zorluklarla bir sedir ağacı buldum Türkiye’den. Sedir ağacı özel bir ağaçtır, ona kurt vurmaz ve reçine tutmaz. Bir buçuk yıl boyunca uğraşıp üzerine resim yaptığım 2 metre boyunda ve 1 metre genişliğindeki ahşap şekline soktum bu ağacı.
Ağaç köklerinden kendi yaptığım siyah reçinemsi bir boya var, o organik boyayla normal boyaları karıştırdım ve ahşaplar üzerine bunu kullanarak resim yaptım. Bambaşka bir resim türü çıktı ortaya ve ayni zamanda dikdörtgen formdan çıkardım resimlerimi. Daha sonra ahşaplarımın boyutlarını küçülttüm.
3. Resme başlarken sizi yüreklendirenler oldu mu?
(Gülüyor), şimdi bu çok önemli bir sorudur aslında. Ben Türkiye’ye gideceğimde ailem göçmendi Ciyas köyünden Lefkoşa’ya göç ettiler savaş yüzünden. Dolayısıyle çok az paraları vardı. ‘Gitme seni okutamayız’ dediler. Türkiye Cumhuriyeti bize burs vereceğini söyledi ve ben o bursa razı oldum.
Ailemin tüm engellemelerine rağmen Türkiye’ye okumaya gittim. Yazın gelip bahçede çalışırdım ve ailemden gizli gizli para biriktirirdim ki onlara yük olmayayım diye…
4. Kıbrıs nere, Glasgow nere? Bu sürpriz nasıl başladı? Nasıl cesaretlendiniz?
Bir tesadüfle başladı. Anne bir gün Lefkoşa’da Büyük Han’daki atölyeme geldi bir arkadaşıyla. Resimlerimi görünce resimlerimin içine girecek gibi oldu, o da resme aşık bir insandır. ‘Bunları nasıl yaptın?’ dedi. Çünkü resimlerime elinizi sürdüğünüz zaman dalgalanma hissedersiniz, boya oynuyor.
Diğer salonda bir resim var, Anne ve bana sordu bu resmin anlamı nedir diye. Bu resim birbirini çok seven iki kişinin biribirini kaybettikten sonra hiç unutamadıkları büyük aşklarını anlatır dedim ve bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ben korktum, dedim acaba yanlış bişey mi söyledim. Sonra dışarı çıkdılar ağlamaya devam ediyordu Anne…
Arkadaşı yanıma gelip Anne’in kocası öldü ondan ağlıyor. Hatta kocasının beyin kanserinden öldüğünü öğrendiğimde hastalıklara merak sardım ve ortaya ‘Disease’ serisi çıktı. Ben o resmi kendisine hediye ettim. Beni İskoçya’ya davet etti ama siz gelin dedim. İki arkadaşı ile Türkiye’ye geldiler. Ardından İskoçya’ya sergiye davet ettiler ve böylece İskoçya hikayem başladı…
5. Resim akımlarından hangisinin takipçisisiniz?
Tamamen kendi tarzımda resim yaparım, sadece kendim olmak isterim. Ama tabiki sanat tarihinde esinlendiğim ressamlar vardır mesela, Jérôme Bosch’u (Hieronymus Bosch) veya Rembrandt’ı çok severim ama onları taklit etmem.
6. Renkleriniz çok canlı... nasıl bir ruh haliyle resimlerinizi yapıyorsunuz?
Kontrast renkleri çok severim ben, bir de sıcak soğuk farklarını kullanırım resim yaparken ve bundan dolayı canlı renkler var resimlerimde. Zaten resimlerimde enerjiyi kullanırım ben.
7. Resimde motivasyonunuzu neyle sağlıyorsunuz?
Resimlerim hep yaratıcılıkla ilgilidir. Benim motivasyonum doğadır. Ben sokağa çıktığım zaman sürekli doğayı incelerim ve resimlerimde kendi gözümdeki doğayı yansıtırım. Ağaçlara baktığım zaman insan yüzleri görürüm. Toprağa, taşa veya manzarada insan yüzlerini seçerim. İşte ben resimlerimde de bu doğadaki gizli insan yüzlerini tekstür olarak kullanıyorum ve bu yüzleri tıpkı doğadaki gibi resimlerimde de renklerle gizliyorum.
8. Oldukça büyük ebatta resimleriniz var, nasıl bir duygu bu, neden büyük çalışıyorsunuz?
Akademide okurken de büyük ebatlarda çalışırdım. Bu benim karakterim ve mizacımdan olabilir. Belki büyük ebatlarda daha çok şeyi anlatmak daha kolaydır diye büyük ebatlarda çalışmayı severim.
9- Unutamadığınız anılarınızdan bir veya iki tane paylaşır mısınız?
1974 barış harekatını asla unutamam. Mevzide otururken gökyüzünden inen paraşütleri gördüğüm an ve onları öldürmek için atılan dom dom mermilerinin sesleri hala daha kulaklarımdadır.
Bir de vurulduğum günü unutamam, o gün bir kelime kullanmıştım: ‘mahvoldum!’. Baf kapısında 11. Bölükte vuruldum ben. Mevzinin içinde vuruldum, mevzi iki katlıydı ve duvarda demir bir merdiven vardı. Vurulduğumda o dik merdivenden aşağı nasıl indiğimi hiç hatırlamam çünkü bir elim kopmuştu diğer elimle de kan kaybını önlemek için yaralı elimi sıkıyordum. Beni hastaneye Güner Pir götürdü. Hastanenin merdivenlerine kadar hatırlıyorum sonrasında kalbim durmuş, sonra ağrılar içinde uyandığımda kalbimi tekrar çalıştırdıklarını söylediler. Bu benim ikinci hayatımdır aslında.
10. Resim çalışanlara tavsiyeleriniz neler olabilir?
Ressam olmak isteyenlerin sosyopolitik ve ekonomik herşeyi bilmesi lazım, mağara devrinden bu güne tüm sanat tarihini bilmesi lazım, çok araştırmacı ve incelemeci olması lazım. Ayni zamanda her gün bir karakalem bitirmesi lazım, bu çok çalışması gerekir demektir. Gördüğü ve düşündüğü herşeyi çizmesi gerekir gerçekten sağlam bir ressam olmak isteyen birisinin.
11. Kendinizi / sanatınızı / nerede görüyorsunuz, hedefleriniz neler?
Enternasyonal bir ressam olmak için çalıştım ve bir takım yol aldım ama daha çok yolum var önümde. Birçok şehirde sergilere katıldım, ve dünyanın dört bir tarafından sergi davetleri alıyorum. Ahşap üzerine çalışıyorum ve ahşap hem heykeldir, hem rölyeftir hem de resimdir. Dünyada şimdiye kadar böyle üç kategoride bir yapıt çıkmadı ve bu benim başardığım bir olaydır. İlerde bir Picasso, bir Pollock veya bir Rothko olmaktır hedefim çünkü kendime has bir tarzım var ve bunu dünyaya tanıtmak istiyorum.
İskoçya’da kendi müzemi açma fikrim var, Gültekin Bilge Müzesi… Bu hem yapıtlarımın hem de ismimin kalıcı olması demektir. Ahşap yapıtlarımı özellikle satmamaya gayret ediyorum bunun yerine print satıyorum çünkü, eserlerimi biriktirip müzemde sergilemek istiyorum. Şu ana kadar 350’nin üzerinde resim biriktirdim. Hedefim, ölmeden önce 1000 veya 1000’i aşkın eser tamamlamaktır. Bizim Anne ile bir anlaşmamız var, ölmeden evvel başarırsak beraber açacağız müzemi. Partnerimle ortak olduğum CTI Gallery şirketimize devrettim bütün resimlerimi ve ben öldükten sonra müzem yapılmamışsa müzemi Anne açacak.
12. Önümüzde neler var, hangi sergiler olacak?
Önümüzde Monaco sergisi var, sonrasında Roma, Belçika ve Japonya’dan sergi davetleri var. Türkiye ve Kıbrıs’tan hiç davet almadım şimdiye kadar ve üzülerek söylerim ama Türkler kendi değerlerine malesef hiç sahip çıkmayı bilmiyor. Mühim olan enternasyonal bir sanatçı olmak olsa da insan kendi halkının desteğini de ister.
Röportajdan sonra Gültekin Bey’in bahçedeki atölyesini gezdik; resim çizerken kullandığı farklı malzemeleri, kendi ürettiği boyaları, resimlerini ve son çalışmalarını gördük. Günümüzü Anne’in pişirdiği leziz yemekler ve bu tatlı çiftin samimi sohbetiyle tamamladık.
CEMRE DALKILINÇ
Cemre Dalkılınç: 1992 Lefkoşa doğumluyum, Levent College’den mezun oldum ve şu an Glasgow Universitesi ekonomi ve işletme bölümü son sınıf öğrencisiyim.
TEŞEKKÜR…
Glasgow’da yaşayan sevgili öğrencim CEMRE DALKILINÇ’a bu güzel röportajı hazırlayıp bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederim… AYŞE TURAL