O’nu beğenirdim. Genelde Türkiye ve Kıbrıs ile ilgili her toplantıya katılır. Güzel ve de masum görünümü ile sanırım onu farkeden tek erkek de ben değilim. Kıbrıs Rum Kesimi’nin diplomatlarından biri olarak katıldığı toplantılarda bir kez olsun “kırıcı” bir üslup kullandığını yaşamadım.
Geçen hafta Perşembe Günü saat 14.00’de Avrupa Parlamentosu salonlarından birinde “Kayıp Otobüs” filmini seyretmeye gelenler arasında o da vardı.
13 Mayıs 1964 günü 11 yolcusuyla ekmek parası için yola çıkan otobüsün öyküsü değildi sadece seyrettiğimiz. O kaybolan 11 erkek, kimi evli, kimi bekar abluka altında yaşamak zorunda bırakılmış insanların yaşam savaşı veren “kahramanlarıydı”. Kahramanlıklar sadece silahla ve savaş meydanında olmaz. Abluka altında ama can güvenliğine sahip oldukları bölgeyi terk ederek çocuklarını, kardeşlerini, anne ve babalarını doyurmak için tehlikeli bir yoldan her gün iki kez geçmek pahasına çalışmaya giden 11 kahramandan söz ediyorum. Onları yolda durdurup katleden elleri tüfekli EOKA faşistleri bu alçakca cinayeti “kahramanlık” sanarken karşılarında duran insanları tararken aslında insanlığa kurşun sıktıklarını bile bilemeyecek kadar zavallı olmalılar.
Avrupa Parlamentosu’nun bir salonunda kimi milletvekili, kimi stajyer, kimi kaba ve hırçın olarak nam yapmış Rum gazeteci, kimi güzel ve alımlı Rum diplomat, kimi Kuzey Kıbrıslı, kimi Türkiyeli ve bir çok farklı ülkeden insan pür dikkat dinlemekteydiler o zamanlar ufacık bir çocuğun şimdiki yaşlı ve de sakallı ama hala çocukca göz yaşlarıyla “babacığım, bugün çıkıp gelmen ve seni bir kez, tek bir kez görebilmem için her şeyimi verirdim” diye yakarışını.
Avrupa Parlamentosu’nun bir salonunda aşık olmanın ne demek olduğunu, sevmenin yüceliğini ve de ayrılığın acısını bilenler kederli bir şekilde izlediler 11 erkekten bekar olan birinin cebinden çıkan o sevgi dolu mektubu ve de yanında kurutulmuş kırmızı gülü. O gencin “ablam evlendiğinde senin her şeyini ben alacağım, sen yalnız değilsin, ben varım” diyerek bir 13 Mayıs 1963 günü çıktığı son yolculuktan beri dolapta sakladığı cekete bakıp ağlayan ablası yürekleri yaktı o salonda.
Eğer babaysanız bilirsiniz oğullar ve babalar arasındaki o muhteşem ilişkiyi. Avrupa Parlamentosu’nun bir salonunda oturan babalar, kimi diplomat, kimi milletvekili, kimiyse gazeteci, o an eminim oğullarını düşünmekteydiler hüzünle seyrederken gözleri yaş içinde yaşlı ama hala babasının küçücük oğlu bir adamı “babamla ben de binmek istiyordum o otobüse,...” diye anlatışını. Nasıl yakmaz yüreklerini babaların o sahne, her gün babasının duvara dayadığı bisikletin yanında babasını bekleyen o oğulun muciye inanan gözlerindeki umutla karışık hüznü.
İster Türk, ister Rum, isterse Alman o anda salondaki herkes sanırım kin duymaktaydı elleri tüfekli sadece silahlarından cesaret alabilen yüreksiz bir grup otobüsü durdurup 11 yolcusunu indirdiğinde.
Ve Avrupa Parlamentosu’nda ya da Güney Kıbrıs’ta en milliyetçi ve de popülist söylevleri ile aklı başında Rumlarca da sevilmeyen bir milletvekilinin bile söyleyebileceği laf kalmamıştı 5 Ekim 2006’da 11 yolcunun bir kuyu içinde bulunan kemiklerini seyrederken.
55 dakikanın sonunda 11 sıradan ama kahraman insana yakılan ağıtı dinlerken sanırım salonda gözleri yaşlı olmayan çok az insan vardı.
En son İstinye’de bir gece yarısı izlerken “Babam ve Oğlum” filmini böylesine yaşlanmıştı gözlerim.
O’na baktım. Gözleri hüzün doluydu. Ardından öğrendim. O da babası kayıp bir Rum kızıydı. “Biz” dedi “birbirimizi en iyi biz anlarız” giderken kutladığı film yapımcısına.
Film öncesi bana Eylül ayından itibaren eşiyle birlikte Güney Kıbrıs’a döneceğini ve Güney Lefkoşa’da oturacaklarını anlatmıştı. Onu ziyaret edeceğim ve biliyorum artık aslında o ve “Kayıp Otobüs’teki” 11 erkeğin çocukları çok iyi bilmekteler “ateşin düştüğü yeri yaktığını”.
Ve onlar belki de en doğru cevap tüm geçmişe. Çünkü geçmişten dolayı kin duymamaktalar kimseye.
Kayıp Otobüs filminin yapımcılarına teşekkürler. Şimdi onu Almancalaştırmaya karar verdik. Çünkü bu filmi izleyen Almanlar’ın Kuzey Kıbrıslıları çok iyi anlayacağından eminim.