Kıbrıs görüşmelerinin başlamasından bu yana adada ama genelde her türlü müzakerede “Yunan tarzı” diyebileceğimiz enteresan bir taktik vardır: Hiçbir zaman hiçbir şey kabul etme, ama sanki kabul edermiş gibi yap! Bu gerçekten bir diploması şaheseri yetenek mi yoksa “öğrenilerek geliştirilen” bir “strateji” mi Yunanlılar için, Kıbrıs Rumları için? Fark etmez, adamlar bu işte bayağı başarılılar. Bakınız Trakya Türklerinin durumuna. Bakınız Girit Türklerinin acılı hikayesine. Bakınız Kıbrıs’ta yaşadıklarımıza…
Yabancı ara bulucular, diplomatik heyetler, çözüme destek vermek isteyen zevat Rumların bu “beyinlerinin ardında yatanı” öğreninceye kadar yıllar geçiyor, bu arada Rumlar onları istedikleri gibi kanırıyorlar. Tam dönen dolabın farkına varıyorlar bu sefer de ya pılıyı pırtıyı toplayı geri dönmenin zamanı geliyor, ya da görüşme arabası zaten bir duvara tosluyor, fatura Kıbrıs Türk tarafına çıkarılıyor ve yeni süreç için Rumların avantajlı olduğu noktadan Kıbrıs Türkü baskı altına alınıyor.
Şöyle bir gözünüzün önünden geçirin 1964 Mart ayından bu yana (BM’nin Kıbrıs’a Barış Gücü gönderme kararı) görev yapan BM misyon şeflerini, özel temsilcileri, İngiltere, ABD özel Kıbrıs elçilerini. Oldukça büyük bir ordu oluşturur tüm özel temsilcileri toplasak. Kimler görev almadı ki bu “orduda”, sadece birkaç ay görev yapıp daha raporunu sunamadan kalp krizinden ölen ilk BM temsilcisi Finlandiyalı politikacı SakariTuomioja’dan ABD’nin meşhur “problem avcısı” Richard Holbrooke’a, Sir David Hannay’denArjantinly Oscar Camillion’a veya Peru’luAlvaro de Soto’ya kadar önemli, etkili onlarca isim… Kimisi biraz başarılı oldu, kimisi tamamen çuvalladı kimisi de neredeyse çözüme el uzatacak kadar yaklaşılabilmesine önemli katkı koyabildi.
Nihayette bu “ordunun” tüm savaşçıları görev yaptıkları dönemde ya Rum tarafının taktiklerini hiç öğrenemediler, “Rumlar çözüm istiyor, Türk uzlaşmazlığına esir oldular” propagandasına esir düştüler ya da Rumların hiç ama hiç çözüm istemediklerini, “önerdim” dedikleri hiçbir şeyi de esasında önermediklerini, önerdiklerinin sadece boş vaatler olduğunu çok ama çok geç öğrenebildiler.
1980-1984 arasında görev yapan Arjantin’li Hugo Gobi aynen böyle demedi mi görevi bitirdikten yıllar sonra? Alexander Downer ne düşünüyor şimdi bilemiyorum ama Annan Planı döneminin De Soto’su “Kandırıldım” diye bağırmadı mı görevi bittikten sonra… Dahası görevi bittiğinden bu yana tatil için bile Kıbrıs’a hiç uğramaması enteresan değil mi?
Rumların tarzı bu: Görüşüyor gibi yapmak, zamana oynamak, başarısızlığı Türk tarafının üstüne atmak.
Öyle dememiş miydi Glafkos Klerides “My desposition” adını verdiği üç ciltlik anılarında? “Biz hep federasyon dedik, üniten devleti nasıl kökleştirebiliriz diye uğraştık” dememiş miydi ihtiyar kurt anılarında?
Geçtiğimiz hafta efsanevi Kıbrıs Türk liderleri Rauf Denktaş ve Dr. Fazıl Küçük’ü ölüm yıldönümlerinde andık. 27 Ocak’ta Denktaş’ın yaş günü. Yıllar önce Rumların federasyonla ilgili tutumlarını konuşurken bana Rum mantalitesini anlatmak için Denktaş şöyle demişti. “Rumlardan bir torba patates talep edersin. Sana kirli bir patates çuvalı verirler. Sonra ‘bir çuval verdik istediğinden ama hala daha söyleniyorsun’ diye sana çıkışırlar. Dahası, herkesi de inandırırlar senin talep ettiğini verdiklerine ama senin başka taleplerle sızlanmaya devam ettiğine.
Şimdi patates çuvalı ile federasyon’un ne alakası vardı? Anlayamamıştım.
“Biz Rumların federasyon ilkesini kabul etmesini çok talep etmiştik. Federasyon kurulursa daha fazla egemenlikte payımız, yönetimde yerimiz dahası adada güvenli ve müreffeh bir geleceğimizin olabileceğine inanmıştık. 1977’de dediler ‘Tamam, federasyonu, iki-bölgeli, iki-kesimli federasyonu kabul ediyoruz.’ Sonra on yıllardır federasyon ile neyi kabul ettiklerini anlamaya uğraşıyoruz. Federasyon sözlerinin içi boş.”
Gambari süreci boyunca (8 Temmuz, 2006 – Haziran 2012) Rum tarafı Kıbrıs sorununun mal-mülk boyutunun sadece ve sadece ilk mal sahipleri tarafından çözülebileceğini, mal sahipliğinin kişi haklarının en önemlilerinden olduğunu, toplumsal haklar adına kişi haklarının daraltılamayacağını savundular. Türk tarafı ise bu meselenin belli kriterler oluşturularak, bu kriterler çerçevesinde ele aşınması gerektiğini yoksa Kıbrıs sorununu esir alacağını, mal-mülk meselesinin güvenlik dahil, ekonomik yaşayabilirlik, iki kesimlilik dahil birçok ilişkili konu dikkate alınarak çözümlenmesi gerektiğini, aksi halde çözümü ilelebet tıkayacağını kaydetti durdu.
Sonuç? Rumlar bir gün “değişmişler” ve BMÖ temsilcisi “Evreka (Buldum) diye bağırarak Türk kesiminin yolunu tuttu. “Rumlar mal-mülk meselesinde kriter uygulanmasını kabul ettiler” demiş. Türk tarafı, “peki kriterleri ne?” diye sorunca durum netleşmiş. Rumlar kriter uygulanmasını birinci kriterden başlaması gerektiğini bunun da birincil ev sahiplerince çözümlenmesi gerektiği olduğunu söylemişler. Ha kriter, ha kriter öncesi ayrı bir konu? Çözüm istememekte ısrardan başka ne anlama gelir bu davranış?
BM Genel sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi EspenBarthEide demiş ki nihayet Rumlar gaz meselesinin görüşmelerde gündem maddesi olabileceğini kabul ettiklerine göre Kıbrıs sorununda ümitli olabiliriz.
Ümitli olmak elbette güzel de ne demiş Rum kesimi? Kıbrıs sorununun tüm boyutları halledilip harita üzerindeki çalışmalar da tamamlandıktan sonra gaz meselesi ele alınabilirmiş. Ama o güne kadar sadece merkezi hükümet gazı işletebilir, geliri hazinesine kaydedebilirmiş…
Şimdi Rum tarafında ne gibi bir görüş değişikliği var? Hiçbir değişiklik yok, Rumlar topu Kıbrıs sorununun çözümüne attı.
O kadar. Eide bir çuval patates mi aldı, boş bir çuval mı? Var mı çuvalda bir şey?