Küçük Hikayeler…

Hayatımızda çok önemlidir küçük hikayeler…

Hayatımızda çok önemlidir küçük hikayeler… Yaşamın özüdür sanki… Onlarla daha güzel öğreniriz, hayattan almamız gereken dersleri…Daha iyi İNSAN oluruz gibime geliyor… Hatalarımızı ve yanlışlarımızı törpüleriz… Yeter ki öğrenmek isteyelim…
AYŞE TEYZE YAMA NE DEMEK?
Şubat ayının baharı aratmayan günlerinden biri... Bir arkadaşımda kahve içiyoruz. Torunlarından Deniz,,. Elinde soru kağıdıyla yanımıza geliyor. Deniz henüz on yaşında ve beşinci sınıfa gidiyor.
- Ayşe Teyze, YAMA ne demek?
Bizim kuşağın çok iyi bildiği ama şimdiki çocukların hiç rastlamadığı bir olay olmalı... Nasıl anlatabilirim ki ona... Çocukluğumuzda bayramdan bayrama alınan elbiselerimizi... Her ailede ağabeyden kalan pantolonların ya da ablanın elbiselerinden küçülenleri kardeşlerin giydiğini... Hatta iyi durumda olanlarının yeğenleri bile büyüttüğünü... Anlatsam o küçücük kafasının içinde neler düşünür acaba?
Dalmışım...
- Yoksa sen de bilmiyor musun? diye soruyor. Hemen toparlanıyorum.

- Denizciğim, şu giydiğim pantolonumu çok seviyorum mesela... Ama dikkatsizlik edip dizini bir yere takıp yırtsam ne yaparım, biliyor musun? Bir deri parçasını şekilli kesip / mesela yıldız şeklinde/ oraya dikerim. Yine giymeye devam ederim. İşte oraya eklediğim parçaya YAMA denir, diyorum. Kafasını sallayıp odasına dönüyor...

Hey gidi günler hey! Her şeyin bol bulamaç olduğu günleri yaşıyoruz da farkında değiliz... Değerini bilmiyoruz... Yine de Allah çocuklarımızı gördüklerinden mahrum etmesin... İyiye alışan zoru bilmez ki!

SEN BENİ ÖPÜYORSUN...
sen
beni öpüyorsun
içimde güvercinler kanat çırpıyor...
sen beni öpüyorsun
mutluluk eksik olmuyor yüzümde
gelip yerleşiyor
ta içime...
sen beni öpüyorsun
umutlar enginine yol alıyor...
YÜREĞİM.../ Ayşe TURAL

 

 

 

 

 

 

 

 

GELİNCİK BEBEKLERİM...
Benim çocukluğumda çeşit çeşit oyuncaklar ne gezer! Olsa olsa yaratıcılığın sınırlarını zorlayan bez ya da süpürgeden yapılan bebekler ... Mısır tarlalarında , koçandan yapılan,mısır püsküllü sarı saçlı bebekler bir de... Olanca ihtişamı ile hayal gücümüzün yarattığı oyuncaklar. Aslında çocuklarımıza hayallerinde tamamlayacakları oyuncakları seçmeliyiz. Bir tahta parçası, onların dünyasında kolayca bir at, bir araba ya da ev oluverir. Yaratıcılıkları gelişir böylece...
Geçenlerde gelincik resmi gördüm bir dergide... Beni çok gerilere, çocukluğuma götürdü. Biz, gelincik çiçeğinden bebekler yapardık ve inanın çok güzel olurdu.
Bunun için önce tomurcuk halinde, kocaman bir gelincik bulmalısınız. Biraz yırtılıp kırmızı elbisesi dışarı çıkmış olanı, bu iş için tam biçilmiş kaftandır. Dikkatlice aralıktan elbisesini yavaş yavaş çıkarırsınız. Bu inanılmaz bir görüntüdür... Kırışık, kabarık bir gece elbisesi gibi... Ardından açmış bir gelinciğin, hatta dökülmek üzere olanın ortasını alırsınız; o da tepesindeki siyah incecik tellerle tam bir baş olur. Gelinciğin sapına onu taktınız mı, dünyanın en güzel bebeği sizin olur.
Nasıl ama, harika değil mi? Bahar gelince, mutlaka siz de gelincikten bir bebek yapın...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NERDESİN
suya düşen
benim gölgem...

soru soran
benim gözüm...

seni arayan
benim elim...
...
peki SEN
nerdesin? / Ayşe TURAL

BİZİM EŞEK YOLU BİLİR...

Başlığı koyarken kendi kendime gülüyorum. Nasıl gülmem... Tükenmeyen hazineleriyle beni çocukluğuma götürüyor bu söz de ondan...
Bugün çok sevdiğim bir gönül dostumla derin sohbetlere daldık. Çocukluğumuza kısa da olsa bir yolculuk yaptık...

Yaz tatillerimizi deniz kenarında bir kasabada yaşayan babaannemlerin yanında geçirirdik. Masal gibi günlerdi gerçekten, masal gibi...

Kasabanın iki- üç kilometre uzağında, küçük tepelerin arasında bir üzüm bağımız vardı. Dedemin yıl boyu üşenmeden, usanmadan verdiği emeklerle yetiştirdiği üzüm kütüklerinin arasına serpiştirilmiş armut, elma, incir ağaçları...

Bağa gitmeye geceden karar verilir, gitmek isteyen çocuklar ertesi sabah güneş doğarken uyandırılırdı. Dedem eşeğe, babaannemin hazırladığı, karpuz, domates, peynir, zeytin, ekmek... ne varsa yüklerdi. Eşek önde biz arkada yola koyulurduk. ( Hala nasıl olduğunu çözemediğim bir olaydır.) Gerçekten eşek yolu bilirdi... Başka yollara hiç sapmadan dosdoğru bağa giderdi...

Dedem elindeki bastonu çalılara vura vura (yılan varsa kaçsın diye) önden gider; biz de arkasından BREMEN MIZIKACILARI gibi dizili olarak 14 torun marş marş yürürdük...

Allahım ne eğlenceliydi... Yorulan ufaklıklar abi ve ablalar tarafından sırtta taşınırdı. Yolun tam yarısında açık bir alanda tatlı su kuyusu vardı. Buz gibi bir su hem de... Uzun bir sırığa bağlı, tahtadan bir de kovası vardı... Dışı yemyeşil yosun bağlamış olurdu... İçinden avuç avuç su alır; içer, elimizi yüzümüzü yıkardık...

Yemyeşil çimenlere oturur, sabah kahvaltımızı yapardık... Ot kokusu, çiçek kokusu, bereketli toprağın kokusuna karışır, beni mest ederdi... Karnı doyan her çocuk ya rengarenk kelebeklerin peşine düşer ya da bir kaplumbağayla dostluk kurardı...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NE ZAMAN BAŞLAR AŞK

üstü çizilen sözcük gibi
öylece kalsın adın
düş okulumun devamsızı
ders kaçkınım benim...

nerde arasam da bulsam seni
bütün boşlukları
adınla doldursam
uykuya dalar mı
içimdeki kelebek...

virgül kırılganlığımı
hiçe sayan ağzının noktasına
iyi gelir mi gülüşüm...

bir demet gül toplasam
cümle aşklarımdan
gönül kabulün olur mu dersin...

gecikmiş özrün gizli anlamı gibi
ikindiye inen güneşi dinle
sana güz ellerimle
bir sevda çizsem...

sahi, bu şiirin
neresinde saklı...
sence de
ne zaman başlar AŞK...

SAMİMİYET İLE SENLİ- BENLİLİK'İ (LAUBALİLİK) BİR SAÇ TELİ AYIRIR...

Yıllar önceydi, Edirne Öğretmen Okulu birinci sınıf öğrencisi olmalıyım. Edebiyat öğretmenimiz SEVİN ÖZBAYRAM...

Mükemmel bir edebiyat öğretmeni... Konuşma, davranış, genel kültür... Her konuda olduğu gibi, sıcağı sıcağına davranışlarımızı düzeltiyordu. Ne oldu, nasıl oldu hatırlamıyorum... Bize samimi olmakla laubali olmanın çok ince bir çizgiyle ayrıldığını anlattı. Adeta saç teli kadar ince bir çizgi... Bu konu her aklıma geldiğinde kendisini ve emeklerini saygı ile hatırlarım... Ne mutlu bana...

Dönüp kendi hayatınıza bakın, mutlaka bu tür olaylar yaşamışsınızdır:
Saygı gösterdiğiniz bir insana yanlış bir dokunma, sıcacık olabilecekken aşırıya kaçan bir söz, hatta bir bakış, bazen bir gülümseme... Alaycı bir jest ya da mimik; sizden sen'e dönüşen bir ifade... Başlayan en güzel ve özel dostlukları bile ta başında yıkıverir...

Tam,' Ne de güzel başladı' derken ikinci adımda gelen yapmacık, birden samimi olma gayreti size çok İTİCİ gelmiştir... Arkanıza bile bakmadan kaçarsınız... Bir daha da görüşmezsiniz...

Özellikle bazı gençlerde bunu gözlemliyorum ve çok üzülüyorum. Üç bine yakın izleyenim, yazanım var. Doğal olarak içlerinden birileri çıkıyor. Uyarıyorsunuz, anlamıyorlar bile... O zaman da bir tık'la atıyorsunuz...

' Hadi gelin bir kahve içelim...' diyenler bile çıkıyor... Haddini bilmemek, sınırı aşmak böyle bir şey... Özellikle saygı beklediğiniz, çocuğunuz yaşınızdakiler yapıyor bunu... SEN ile SİZ arasındaki farkı bile çıkaramayanlar var hala... İşte o zaman hiç mi eğitim görmediler, etraflarına bakıp da nasıl ders çıkaramıyorlar diye düşünmeden edemiyorsunuz... Nasıl bir toplum olduk, iletişimin en yaygın olduğu dönemde böyle durumlara rastlamak çok acı...

Bizler yetiştirilirken GÖRGÜ KURALLARI dersleri ve kitapları vardı. Pekçok öğrencim, hala onlara telefonda nasıl konuşulur/ iki kişi nasıl tanıştırılır/ esnemek ve hapşurmak sırasında nasıl davranılır'ı anlattığım derslerimi hatırlıyorlar...

Bence görgü kuralları ailede başlar... Elbette okulda da devam eder... Samimiyet adı konan bazı davranışların SENLİ- BENLİLİK olduğu biline...
Saygılarımla...

SENLİ ZAMANLAR

senli zamanlar
bir ışık merdiveni
alır götürür beni
bulutların üzerine...

ikimizin düşü
ne zaman bir olsa
biz olsa hani
uykuların gölünde
sevdalı alev toplarına döner
sıcacık kucaklamalar...

senli zamanlarda
inadına
bağbozumu mevsimidir
dağınık yatak
fısıltılar içinde sevişirken
nefes nefese kalır
saçlarımı unuttuğum oda...

ikimizin düşü
gümüş tapınak
tapınakta yanan mum
sunakta kalbim
biz olurken...

senli zamanlar
tuzlu kokusu teninin
en derininde okyanus dalgası
ağzının içinde çiçek kokusu
nilüfer havuzları mutlu...

bir an gözlerini görürüm
büyülü
kıvılcımlı
yıldızlara uçurur beni...



YALNIZLIK MAĞARASI...
Son on yıllarda arttı yalnızlıklarımız... Kalabalıklar içinde yalnızlaştık... Gevşeyen ya da kopan aile bağlarına isimler uydurduk... Bahaneler bulduk... Eski dostluklarımız yerini günü birlik buluşmalara bıraktı...

Derinliği olmayan duygular, sözde sarılmalarla geçiştirdiğimiz kısa anlar... İki insan gerçekten yüreklerini ortaya koyarak, birbirini en son ne zaman can kulağı...yla dinledi? Hangi güzel insanı, en son ne zaman kucakladınız?

Gözlerinin içine bakıp da içinin acısını anladığınız birisi var mı? En son kiminle düşüncelerinizi paylaştınız? Açık açık... Sözcüklerinizin arkasına saklanmadan hem de…

Gitgide yalnızlaştık... Yalnızlığımıza yeni isimler de uyduruverdik hemen... Mecburi yalnızlıklar, gönüllü yalnızlıklar... Bence bir de farkında olmadan yaşayıp gittiğimiz yalnızlıklarımız var... Bana göre en kötüsü de o...

Mağaralarımıza çekildik... İncinmekten, incitilmekten korktuğumuzdan... Yalnızlığımızı kimseler bilmesin istedik...

YANLIŞ YAPIYORUZ AMA... HAYDİ ÇIKIN... BİRİNE ANLATIN DUYGULARINIZI... YALNIZLIKLAR PAYLAŞILDIKÇA AZALIR...

Güzel bir hafta sonu diliyorum hepimize…

Bu haber 2977 defa okunmuştur

:

:

:

: