Ankara Rüzgarı

Birkaç gündür Ankara`dayım.

Birkaç gündür Ankara`dayım. Kış aylarında nedense biraz sıkıcı gelir bana
burası....Puslu, sisli, gri bir Ankara... Şubat ayında başka türlüsünü de beklemek
hayaldir bence. Kıbrıs'ın aydınlık masmavi göğüne, pırıl pırıl güneşine inat
sanki... Ağaçlar çırılçıplak... Sade bir toprak rengi ve beton yığınları... Olsun...
Onu istersem ben, renklendirebilirim. Geliş tarihime göre oğlum ve gelinim zevkime
uygun programları hazırlamışlar bile.

Sanat olaylarının her türlüsüne, her zaman varım. Sergi, tiyatro, konser.... Akşam
Şinasi Sahnesi`nde 'Suçlu Yürekler' isimli oyunu izledik. Hiç boş koltuk yoktu ve
günler öncesinden biletler bitmişti. Ankaralıların sevdiğim yanı... Kültüre, sanata
sonsuz saygıları ve ilgileri...
Oyunda hayatın bir göz kırpımında geçişi, çalınmış hayat dilimlerinde yaşananlar...
Dünya küçüldükçe birbirinden uzaklaşan insanlar, yok olan değerler... Eski günlerden
geriye kalan anılarla yitirilen aile kavramı... Düşün diyor, koşarken bir an dur ve
düşün...

Bu akşam da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası`nın konserindeyiz. CSO`nun önü çok
kalabalık... Nihayet yerlerimize oturuyoruz.

Programın ilk bölümünde Fazıl SAY`ın 'Haremde 1001 Gece' isimli keman konçertosu
var. Sayın SAY ile üç defa yüzyüze sohbet ve röportaj yapma firsatı yakalamış
şanslılardanım. Ona hayranım demek çok hafif kalan bir sözcük. 'İpek Yolu' eseri de
muhteşemdi ve uzun uzun anlatmıştım sekizinci kitabımda... Eserin solisti Moldovalı
PATRICIA KOPATCHINSKAJA... Zaten eserin ilk seslendirmesi de İsviçre`de 2008 de
yine aynı sanatçı tarafından yapılmış.

Konser başlıyor. 75 kişilik dev bir orkestra tarafından çalınan inanılmaz bir
eser... Yarım saat aralıksız sürüyor. Salonda sinek uçsa duyulacak... Gözlerimi
kapatıyorum.
Haremde binbir gecede neler olur?... Neler olmaz ki, demek daha doğru aslında...
Gizemli, yarı karanlık kocaman sütunlar arasında fısıldaşan gölgeler... Hışırdayan
ipeğin iç gıcıklayan teması... Kapalı kapılar ardında hazırlanan entrikalar... Yasak
sevişmeler... İpek yastıklarda boğulan hıçkırıklar... Binbir kokuya karışan
hırslar, arzular... Ay ışığında uzayan gölgeler, gül bahçelerinde kınından çıkmış
hançerler... Kinler, nefretler...

Müzik, alçalıp yükselen, hızlanıp yavaşlayan temposuyla bir sahneden diğerine adeta
sürüklüyor beni... Patricia'nın kemanında binbir kuş birbiriyle yarışırcasına
ötüşüyor. İnanılmaz el ve parmak vuruşlarıyla sanki elinde sihirli bir keman
tutuyor, onunla dans ediyor... Bir an kendimi, gizemli cennet bahçelerinde bir fasıl
dinlerken yakalıyorum. Nedim'den bir şarkı ya da Dede Efendi'den bir taksim... Neden
olmasın...

Salonda büyük bir alkış kopuyor ve ben gözlerimi açıyorum. Şef salondakileri
selamlıyor, kırmızılar içinde Patricia ile elele tutuşup tekrar selam veriyorlar.
Salon ayakta... Ara olması gerekirken bir sürpriz duyuruluyor. Bir anda pırıl pırıl
kocaman kuyruklu piyano sahnede... Veeeee Fazıl Say... Gözlerime inanamıyorum.
Patricia kemanda, Say da piyanoda... Muhteşem bir düet... Kendimizden geçiyoruz...
On beş dakika sonunda tüm salon ayakta... Alkışlar... Alkışlar...

İkinci bölümde oluşumu enteresan bir eser var. Ressam Modest Musorski'nin
sergisindeki tablolardan esinlenilerek yazılmış Ravel'in konçertosu... İşte yaratmak
böyle bir şey... Bir sanat eseri diğerine esin kaynağı oluyor. İnanılmaz bir müzik
şöleni...

Muhteşem bir gecenin ardından huzurla uyuyorum. Tanrı, ne mükemmellikler yaratmış,
gören gözlere ve işiten kulaklara elbette...
Bu haber 2952 defa okunmuştur

:

:

:

: