MİNE SÖĞÜT’LE SÖYLEŞİ:

Değerli yazar Mine Söğüt Girne Belediyesinin 22-29 Nisan arasında düzenlediği Kitap ve Kültür Günleri’nin konuğu olarak Kıbrıs’a geldi ve Girne Belediyesi Sanat Galerisi’nde okuyucularıyla söyleşti.

Değerli yazar Mine Söğüt Girne Belediyesinin 22-29 Nisan arasında düzenlediği Kitap ve Kültür Günleri’nin konuğu olarak Kıbrıs’a geldi ve Girne Belediyesi Sanat Galerisi’nde okuyucularıyla söyleşti.
Gazeteci yazar Mine Söğüt 1968 İstanbul doğumlu. Adalet Cimcoz: Bir Yaşam Öyküsü Denemesi (2000) adında biyografi kitabı yazan Söğüt ardından ilk romanı Beş Sevim Apartmanı(2003)’nı yazıyor. Sevgili Doğan Kardeş isimli inceleme kitabı da aynı yıl basılıyor. Onu Kırmızı Zaman (2004) isimli kitabı takip ediyor. 2006’da Pınar Kür'le yaptığı Aşkın Sonu Cinayettir adlı söyleşi kitabı yayımlanan Söğüt 2007’de Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979, kitabını okuyucularıyla buluşturuyor. Dolapdere/Kürt Kediler Çingene Kelebekler (2009) isimli deneme kitabından sonra Madam Artur Bey ve Hayatındaki Her Şey (2010) isimli romanı basılıyor. 2011’de Deli Kadın Hikayeleri, isimli öykü kitabı 2019 yılında ise Gergedan yayımlanıyor ve Alayına İsyan (2020) isimli deneme kitabı bunları takip ediyor. Yazarın Başkalarının Tanrısı isimli romanı ise Nisan 2022’ de raflarda yerini alıyor.

Z. Y. Sevgili Mine Söğüt geçtiğimiz haftalarda Girne Belediyesince düzenlenen Kitap Kültür Günleri’nin konuğu olarak Girne’mizi ziyaret ettiniz. Kıbrıslı okuyucularınız size kitaplarını imzalattılar ve Girne Sanat Galerisi’nde söyleşinizi dinlediler. Bugün de Star Kıbrıs için soruyoruz sorularımızı. Yapıtlarınızın, özellikle öykülerinizin şiirsel bir yanı var. Kitaplarınızı okuyup bitirdikten sonra şiir yazma isteği duyuyorum. Öncelikle bunun için size teşekkür etmek istiyorum.
Bu noktada merak ettiğim konu sizin de şiir yazıp yazmadığınız.

M.S. Hayır hiç yazmadım. Ama okuma yazmayı şiirlerden, daha doğrusu Nazım Hikmet’in şiirlerinden öğrendim. Daha 5 yaşınayken babamla birlikte Nazım şiirleri ezberlerdim. Gençliğim bir yandan ikinci yenilere diğer yandan Neruda’ya Ritsos’a aşık olarak geçti. Dolayısıyla dille en derin ilişkinin şiirle kurulduğunu çok erken yaşta belledim. Sanırım kulağıma yerleşen o ritim duygusundan dolayı yazdıklarıma yansıyan bir müzik oluyor ve düz yazıda hep bir ritmin peşine takılıyorum.

Z.Y. Genellikle kişi bir kırılma noktası geçirdikten sonra eline kalemi alıyor. Bu bağlamda kendimi sorguladığımda, ben çocukken, on üç yaşımda Güneydoğu Anadolu Bölgesine tayinimizin çıkması ve yaşıtlarımın istemedikleri evliliklere zorlanması, bazen kabullenişleri, bazen intihar girişimleri benim kırılma noktam oldu. Sizin bir kırılma noktanız var mı?

M.S. Ben gözümü fırsat eşitliği olmayan adaletsiz bir dünyaya açtığımı çok ama çok erken yaşta fark ettim sanırım. Hafızamdaki ilk politik anı, daha dört yaşındayken, annemle babamın radyonun başında “Asacaklar çocukları” diye çırpınışlarıdır. Çok küçüktüm ama 70’li yılların Türkiye’sinde sokakta olan biten her şeyin farkında olarak büyüdüm. Gençliğim 80’li yılların gergin İstanbul’unda geçti. Haliyle belirli bir kırılma noktam yok ama kendimi bildim bileli sorunlu bir ülkem, sorunlu bir dünyam var.

Z.Y. Yazılarınızı kalemle mi, klavye ile mi yazıyorsunuz? Tercih nedeninizi açıklar mısınız?
M.S. Kalemle neredeyse not bile alamıyorum. Çok aceleci olduğumdan el yazım okunaksızdır. Bilgisayar benim olmazsa olmazım. Defteri ve kalemi nesne olarak çok severim. Ama maalesef pratikte hiçbir işime yaramazlar.

Z.Y. Gazetede köşe yazıları yazmanın edebi metinler yazma üretkenliğini azaltacağına ilişkin bir görüş var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz. Örneğin köşe yazısı yazmak bir şairin şiirlerinden veya öykücünün öykülerinden çalar mı?

M.S. Kendi özelimde böyle bir deneyim yaşamadım. Köşe yazmadığım dönemlerde de edebi metinlerin başına oturduğumda tıkandığım oluyor. Ben belki de mesleğe gazeteci olarak başladığım ve edebi kimliğimi gazeteci kimliğimin içinden çıkardığım için bu farklı alanların birbirini olumsuz etkilemediğini, aksine beslediğini düşünüyorum. Sadece köşe yazarken gündemi olağandan fazla izlemek zorunda kalmak bugünün şartlarında bünyeyi çok olumsuz etkiliyor, onu söylemem gerek.

Z.Y. Yazılarınızda kadının var olma mücadelesini görüyoruz. Sizce sınıf mücadelesi verilirken kadınların hakları yeterince gözetildi mi? Erkek yazar olsaydınız bu kaleminize nasıl yansırdı? Yüzde olarak tanımlayacak olursanız erkek yazarların ne kadarı kadın sorunlarına duyarlı ve bunu yazılarına ne kadar aksettiriyorlar?

M.S. Sınıfsal mücadele sınırları ve hedefi açısından farklı öncelikleri olan bir mücadeledir ve kültürel tabuları aşmakta hep eksik kalır. Kadın haklarının gerçekten savunulması, erkek yazarların hatta kadın yazarların bile, kadın meselesine daha derin bir yerden yaklaşabilmesi için öncelikle zorlu ahlak mücadelesi vermek gerekiyor. Bu da bazı tehlikeli tabularla uğraşmayı gerektir ki, bu da her türlü mücadeleden çok daha zorlu bir mücadeledir.

Z.Y. Bize biraz da “Ahlak Belanızı Versin” atölyenizden bahsedebilir misiniz? Kıbrıslı okuyucularınızın da isteğiyle Girne’de bu atölyeyi vereceğinizi duyduk. Tarihi, süresi hakkında bilgi verebilir misiniz?

M.S. Tarihi henüz kesinleşmedi ama sanırım sonbaharda Kıbrıs’ta yapabileceğiz atölyeyi. Bu atölyede basın ahlakından yola çıkarak kendi kişisel ahlakımıza zorlu bir deşifre yapmaya çalışıyoruz. Bir takım medya metinlerini okuyup yorumlarken tabu olan bazı meselelere parantezler açıp katılımcılarla birlikte derin tartışmalara giriyoruz. Ve ahlak diye tanımladığımız şey gerçekten inandığımız bir ahlak mı, onu sorguluyoruz.

Z.Y. Köpek Dişi Filminden çok etkilendiğinizi biliyoruz. Köpek Dişi Düşü’nde bu filme atıf yapmıştınız (Gergedan s:45). Benim de çok beğendiğim bir filmdir bu. Fikirlerinizi besleyen, yazılarınızı etkileyen başka film adları da verebilir misiniz?

M.S. Farklı disiplinlerden iyi sanat eserleri bir yazar için hayat kadar ilham vericidir. Çok iyi bir sinema izleyicisi olduğumu söyleyemem ama Haneke’nin ya da Passolini’nin, Kim Ki Duk’un filmleri benim hep besleyici olmuştur.

Z.Y. Yazarken belli bir ritüeliniz var mı? Müzik dinlemek veya ortamın tamamen sessiz olması, toplumdan uzaklaşmak, ayrı bir oda, mekân gibi.
M.S. Hayır her koşulda yazı yazabilirim. Benim için gerekli olan sadece o an yazmak isteğinin uyanmasıdır. Genelde sabahın çok ama çok erken saatlerinde yazarım. Masamda ya da kucağımda bilgisayarla herhangi bir yerde çalışmak benim için fark etmez. Eğer odamdaysam muhakkak müzik açarım. İyi kalpli, sakin şarkılar çalar fonda... Arada bölünmekten, başka işler yapmaktan hiç rahatsız olmam. Kalabalık mekanlarda, rakı masalarında, festival alanlarında, karmaşanın, gürültünün, eğlencenin ortasında yazabilen biriyim. Yeter ki o an canım yazmak istesin...

Z.Y. Gergedan ve Deli Kadın Hikayeleri isimli kitaplarınızda hikayelerin arasında resimler var. Bu okuyucuyu görsel olarak çok etkiliyor, düşündürüyor. Siz soyut yazıyorsunuz. Resimler sürrealist. Kitabın Künye sayfasından resimlerin Bahadır Baruter’e ait olduğunu okuyoruz. Ressam duyguları örtüştürmek için nasıl bir çalışma yaptı? Resimler kitap okunmadan önce mi sonra mı yapıldı? Bize bu süreci anlatabilir misiniz?

M.S. Bahadır’la 30 yıldır birlikteyiz ve hayata hep aynı yerlerden bakan, aynı soruları soran, aynı endişelerle biçimlenen bir çiftiz. Onun görsel sanatlar alanında yaptığı işler de benim yazın alanında yaptığım işler insanın ve insanlığın karanlığından besleniyor. O yüzden resimlerle metinlerin duyguları doğal olarak örtüşüyor. Bahadır görselleri metinlerden bağımsız, sadece ana fikri bilerek çiziyor. Genelde metinleri okumamış oluyor. Ama nihayetinde ortaya hep birbirini tamamlayan işler çıkıyor.

Z.Y. Girne Belediyesi Sanat Galerisi’nde yapılan söyleşide masanın arkasında duran sandalyeyi öne alarak oturdunuz ve alışılmış kalıplarla hareket etmekten hoşlanmadığınızı belirttiniz. Kalıplara bağlı kalmamak yaratıcı düşünmeyi besleyen en önemli unsurlardan biridir diye biliyoruz. Buna katılıyor musunuz? Bu konuda ne söylemek istersiniz?

M.S. Genel için bir şey söyleyemem ama ben zaten kalıpları sorgulayan ve tabularla derdi olan bir yazarım. Özgür iradenin de kıymetli olduğunu ve aynı zamanda kişiye büyük sorumluluklar da yüklediğini düşünürüm. O yüzden sorgusuz sualsiz kabul edilen normlara her zaman kuşkuyla yaklaşırım. Bunun düşünceyi beslemekten ziyade özgürleştiren bir etkisi var sanırım. Sadece yazar olarak değil, birey olarak da özgürlük şu çağda sahip çıkmamız gereken en kıymetli şey bence.

Z. Y. Başkalarının Tanrısı’nda imgeler yoğunlukta, çok akıcı, bir oturuşta bitirilen, kimlikleri sorgulatırken başkalarıyla empati kurduran, sokağın sesini duyuran bir kitap. Yıkılan kahve, Matruşka gibi metaforlar ve büyülü gerçeklik var. Deli Kadın Hikayeleri’nin gerçekleri metaforların yanında tokat gibi çarpıyor okuyucuyu. Pek çok kadına tanıdık gelen hikayeler çünkü onlar. Acıtıyorlar. “Ah hadi söyle bana, ölünce içimdeki şarkılara ne olacak benim?” diyor kahramanlarınızdan biri(s:24). Gergedan’da bu metaforik yapıyı görüyoruz. Kadınların Derisini Yüzen Adamların En Yakışıklısı, Ablamın Cesedi diye başlayıp hepsini saymak istiyorum. Metaforları sık kullanmanızın nedeni nedir. Bilge Karasu eserlerinde olduğu gibi metinlerinizin felsefi metinler olmasından mı kaynaklanıyor?

M.S. Yaşadığımız gerçekliğin yanı sıra benim beslendiğim en önemli kaynaklar felsefe ve psikoloji. Dolayısıyla yazdığım metinlerde sorgulatıcı, düşündürücü ve sarsıcı atmosferler yaratmayı tercih ediyorum. Meselelere farklı yerlerden bakmanın ve soyutlama yeteneğimizi zorlayarak düşüncelerimizi ve fikirlerimizi derinletmenin bilinci besleyici güçlü bir etkisi var. Bunun için de metaforları kullanmayı çok seviyorum.

Z.Y. Her kitabın doğum sancısıyla ortaya çıktığını söylenir. Sizin çok kolay yazdığınızı biliyoruz ama yazarken zorlandığınız, doğum sancıları çektiğiniz bir eseriniz var mı?

M.S. Ben yazarken değil ama yazdığımın değerini ölçerken çok acı çekiyorum. Metinlerime “Oldu” demek zorlu bir süreç benim için. Hep kuşku içindeyim. Esrik ve akıcı bir şekilde yazdığım sürecin ardından metinlerin mühendisliğini yaptığım teknik aşamada epey ter döküyorum. Başkalarının Tanrısı’nı yazmadan önceki on yıl içinde yaklaşık dört romanı yarılayıp çöpe attım. Arada iki hikaye kitabı çıkardım. Ve nihayetinde epey bir yılgınlıktan sonra Başkalarının Tanrısı’na vardım.

Z.Y. Pandemi döneminin size ve yazma sürecinize etkileri nasıl oldu?

M.S. Sanırım küçük bir yerde yaşadığım için pandemi süreci yazmak açısından beni çok etkilemedi. Sadece yolculuklarım azaldı, evde daha çok vakit geçirdim ama daha verimli ya da daha tembel bir yazar olmadım.

Z. Y. Bundan sonraki projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

M.S. Masamda şu anda tamamlanmayı bekleyen bir çocuk kitabı ve birkaç tiyatro oyunu var.

Z.Y. Sorularımı cevapladığınız için çok teşekkür ediyorum.






Bu haber 1144 defa okunmuştur

:

:

:

: