Kıbrıs’ta bir süreç var ama hedef çözüm mü, ilave kriz mi?

Yargı kıskacı, Maraş kartı ve Schengen tuzağı üçgeninde yeni müzakere tıkanıklığı

Yargı kıskacı, Maraş kartı ve Schengen tuzağı üçgeninde yeni müzakere tıkanıklığı

Kıbrıs, yıllardır çözülemeyen ama ertelenemeyen bir sorun olarak dünya gündeminde kalmayı sürdürüyor. Ne tamamen unutulabiliyor, ne de kalıcı bir çözüme kavuşturulabiliyor. Yarım asrı aşkın süredir yürütülen müzakere girişimleri, BM parametreleri çerçevesinde defalarca şekil değiştirse de, sonuçta bir denklem hep sabit kaldı: eşit statü sorunu.
Bugün yeniden bir süreçten söz ediliyor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Maria Angela Holguin adada; liderlerle görüşüyor, nabız tutuyor, çerçeve yokluyor. Ama bu temaslar, ne resmi bir müzakere statüsü kazanabilmiş ne de adada karşılıklı güven duygusu oluşturabilmiştir.
Dahası, diplomasi masası kurulmadan, sahada yaşanan gelişmeler bu süreci daha başlamadan sabote edecek nitelikte. Rum tarafının “kişisel haklar” ve “yargı bağımsızlığı” perdesiyle yürüttüğü yeni yargı hamleleri; Maraş’ın statüsüne ilişkin yorum savaşları; ve Avrupa Birliği’nin Schengen alanına dahil olma hazırlığıyla birlikte adaya fiili bir sınır çekme planı… Bunların hepsi, çözüm süreciyle eş zamanlı değil, ona karşı yürüyen paralel bir kriz inşasının parçaları.
Yargı kıskacı: Hukukun siyasi araçlaşması
Rum Yönetimi’nin son dönemde başlattığı mülkiyet davaları, adada halihazırda çözümsüz olan bir meseleyi sadece hukuki değil, siyasi bir krize dönüştürdü. Kıbrıs’ın kuzeyinde, geçmişte Rumlara ait olan mülklerin kullanımına ilişkin açılan cezai davalar, artık doğrudan Kıbrıslı Türkler ya da Kuzey’deki mülkleri alıp kullanan üçüncü ülke vatandaşlarına yöneltiliyor.
Bu gelişmelerin “bireysel hak mücadelesi” olarak sunulması, hukuken mümkün gibi görünse de, siyasi bağlamından kopuk değildir. Çünkü:
• Bu davalar, çözüm sürecinin yeniden konuşulmaya başlandığı bir dönemde hız kazanmıştır.
• Mahkeme kararları yalnızca tazminat değil, hapis cezası gibi caydırıcı ve psikolojik yönü ağır yaptırımlar içermektedir.
• Türk tarafı tarafından tanınmayan bir yargı sisteminin verdiği bu kararlar, aslında uluslararası hukukta ciddi tartışmalara açıktır.
Rum tarafı bu adımları “yargı bağımsızdır” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışsa da, süreç kamuoyuna açık biçimde siyasi bir operasyon gibi sunulmaktadır.
Amaç, yalnızca bireyleri cezalandırmak değil, aynı zamanda Kıbrıslı Türklerin tamamını mülkiyet üzerinden suçluluk psikolojisine sokmak ve uluslararası kamuoyunda “mal gaspı yapan halk” imajı inşa etmektir.
Bu strateji, esasen bireysel değil toplumsal cezalandırma mekanizmasıdır.
Güney’deki Türk malları: Birinci derece çifte standart
Bu gelişmeler ışığında akla gelen temel sorulardan biri şudur: Güney Kıbrıs’ta kalan Türk mallarına ne oldu?
Ve neden hiçbir yargı süreci, hiçbir iade programı, hiçbir cezai işlem gündeme gelmiyor?
1974’ten sonra Güney’de kalan yaklaşık 78 bin dönüm Türk malı, Rum yönetiminin emanet idaresine devredilmiştir. Ancak bu “emanet” rejimi, zamanla fiili bir hak gaspı düzenine dönüşmüştür.
Bu mallar:
• Kiraya verilmiş,
• Üçüncü kişilere işletmeye açılmış,
• Kamusal projelere tahsis edilmiştir.
Ama asıl hak sahipleri – Kıbrıslı Türkler – tüm bu süreçlerden dışlanmış, mülkleri üzerindeki tasarruf haklarından mahrum bırakılmıştır.
Üstelik:
• Bu uygulamalar AİHS’in 1 No’lu Protokolü’nün açık ihlalidir.
• Avrupa Konseyi bünyesinde ya da AİHM nezdinde bu ihlalleri konu eden kapsamlı bir izleme süreci bugüne kadar işletilmemiştir.
Bu durum sadece bir “ihmal” değil, uluslararası hukukun açıkça Rum tarafı lehine esnetilmesi anlamına gelir.
Kuzey’de “rızasız kullanım” suç sayılırken, Güney’deki “fiili el koyma” meşrulaştırılmaktadır. Bu ise sadece siyasi değil, etik açıdan da derin bir eşitsizlik üretmektedir.
Maraş: Statükoya direniş mi, yeni kriz mi?
Adanın doğusunda yer alan ve 1974’ten beri “askeri bölge” statüsünde olan Kapalı Maraş, son dönemde yeniden siyasal gündemin merkezine oturdu. Türk tarafı, 2020’de ilk kez kademeli biçimde Maraş’ı açarak, sahil hattını kamuya sundu; ardından Taşınmaz Mal Komisyonu üzerinden mülk sahiplerine başvuru çağrısında bulundu.
Bu hamle, Rum tarafınca “provokasyon” ve “BM kararlarına aykırı hareket” olarak nitelendirilse de, konunun hukuki ve siyasi boyutu çok daha katmanlıdır. Zira:
• Maraş, 1984 tarihli BM 550 sayılı kararı ile “eski sahiplerine verilmelidir” ilkesine bağlanmıştır, ancak bu hüküm hiçbir zaman işlerlik kazanmamıştır.
• Maraş üzerindeki fiili kontrol KKTC’dedir ve Türk tarafı, mülkiyet haklarını korumak amacıyla AİHM onaylı bir iç hukuk mekanizması olan TMK’yı işletmektedir.
Burada önemli olan şudur: Türk tarafı Maraş’ta yalnızca “açılım” değil, çözüm dışı bırakılmanın sonuçlarına karşı bir varlık iddiası göstermektedir.
Rum yönetimi yıllarca Maraş’ı müzakerelerde “ödül” olarak elinde tutarken, Türk tarafı artık bu statükoyu reddederek, kendi iç hukukunu ve uluslararası kararların yorumlanabilirliğini esas alarak adım atmaktadır. Bu, bir tehdit değil; egemen eşitlik temelinde yeniden konumlanma arayışıdır.
Schengen oyunu: Yeşil Hat’tan Avrupa sınırına
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, Avrupa Birliği’nin Schengen bölgesine tam üyelik sürecini hızlandırma girişimi, bugüne dek sınırlı düzeyde işleyen Yeşil Hat rejimi üzerinde yıkıcı etkiler doğurabilecek niteliktedir.
Yeşil Hat, bugün AB’nin teknik olarak dış sınırı sayılmasa da, fiili bir geçiş hattıdır. Schengen sistemine dahil olunması durumunda:
• Bu hat, AB’nin dış sınırı niteliği kazanır.
• Geçiş kapıları, AB sınır kapılarına dönüşür.
• Kıbrıslı Türklerin Güney’e geçişi, Schengen vize prosedürlerine tabi tutulabilir.
• Yeşil Hat Tüzüğü, yani Kıbrıs Türk ürünlerinin Güney üzerinden AB pazarına ulaşmasını sağlayan sistem, fiilen işlemez hale gelir.
Bu adımın, teknik bir güvenlik düzenlemesi değil, Kıbrıslı Türkleri ticari ve sosyal izolasyona sürükleyecek jeopolitik bir hamle olduğu ortadadır. Avrupa Komisyonu’nun bu sürece sessiz kalması ya da “üyelerin inisiyatifindedir” gerekçesine sığınması ise, AB’nin tarafsız arabulucu değil, siyasi bir aktör olduğunun yeni kanıtıdır.
Bu bağlamda, Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Milletvekili Fikri Toros, Schengen sürecinin Kıbrıslı Türkler için ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulundu. Toros, insan ve ticaret dolaşımını etkileyebilecek komplikasyonların önüne geçmek için Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın gecikmeden diplomatik temaslara başlaması gerektiğini vurguladı.
Toros, Güney Kıbrıs’ın Schengen üyeliği sırasında Yeşil Hat Tüzüğü’ne derogasyon (istisna) getirilmesi gerektiğini belirtti. Aksi halde, Schengen kurallarının Yeşil Hat üzerindeki uygulamaların önüne geçerek ‘sert sınır’ oluşturabileceğini ve bu durumun insan dolaşımına dair ciddi sorunlara yol açabileceğini ifade etti. Gözardı edilmemesi gereken bu sorun yakın dönemde Kıbrıs’ta çok ciddi ilave sıkıntıların ortaya çıkabileceğinin işaret fişekleridir.
Toros konuyu izah ederken dolaşım alanında oluşabilecek bu tehditlerin, gerekli diplomatik temasların zamanında yapılmaması durumunda, özellikle ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ vatandaşlığı taşımayan KKTC vatandaşları için ek bedeller ve ek vize koşulları gibi zorluklar yaratabileceğine dikkat çekti. Ayrıca, Schengen üyeliğinin getirdiği ticari koşulların, mevcut haliyle Yeşil Hat Tüzüğü’nün ticarete ilişkin özel bir düzenleme içermemesi nedeniyle, ticari alanda da komplikasyonlara yol açabileceğini belirtti. Toros, bu alanda da diplomatik temasların ivedilikle gerçekleşmesi gerektiğini vurguladı.
Holguin’in misyonu: Tarafsızlık mı, teslimiyet mi?
BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Maria Angela Holguin, adaya dair en karmaşık görevlerden birini üstlenmiş durumda. Resmi müzakereler başlamış değil; ancak Holguin taraflarla temas halinde, ortamı yokluyor, rapor hazırlıyor, “koşullar oluşursa” mantığıyla ilerliyor.
Fakat şu ana kadarki gelişmeler, Holguin’in çabalarının eşit bir zemin üzerinde yürütülmediğini gösteriyor. Zira:
• Kıbrıs Türk tarafı, Holguin’in yalnızca “müzakere sürecinin başlamasını” değil, aynı zamanda sahadaki çifte standardı da kayıt altına almasını istiyor.
• Mülkiyet krizinin tek taraflılaştırılması, Schengen’in yaratacağı yeni sınır ve TMK’nın sistem dışına itilmesi, görüşme zeminini ortadan kaldırmaktadır.
• Holguin’in ise bu konularda net pozisyon almaktan kaçındığı görülmektedir.
Diplomatik tarafsızlıkla etkisizlik arasında çok ince bir çizgi vardır. Holguin’in bu çizgiyi geçip geçmediği, önümüzdeki haftalarda atacağı adımlarla netleşecektir.
Siyasi yanıt: Kudret Özersay’ın yol haritası
Kıbrıs Türk tarafında bu gelişmelere karşı en kapsamlı refleksi, Halkın Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Kudret Özersay gösterdi. Eski müzakereci kimliğiyle diplomasi tecrübesi olan Özersay, gelinen noktada yalnızca eleştiride bulunmakla kalmadı, bir siyasi mücadele planı da sundu.
Özersay’a göre:
• Cumhuriyet Meclisi olağanüstü ve gerekirse gizli bir oturumla toplanmalı, tüm siyasi partilerin imzasıyla uluslararası kamuoyuna açık bir mesaj verilmelidir.
• BM, AB ve Avrupa Konseyi’ne, Güney’deki Türk malları üzerindeki fiili hak ihlalleri ve TMK’nın bypass edilmesine ilişkin kapsamlı raporlar sunulmalıdır.
• KKTC’de yeni bir yasa çıkarılarak, Güney’deki Türk mallarını izinsiz kullanan kişi ve şirketlere karşı cezai işlem başlatılması sağlanmalıdır.
• BM Temsilcisi Holguin’e bu gelişmeler ışığında hazırlanacak özel dosya sunulmalı ve TMK’nın uluslararası geçerliliği vurgulanmalıdır.
• Schengen’e dahil olunması durumunda, sınır kapılarının kapatılması da dahil tüm opsiyonlar açık tutulmalıdır.
Bu öneriler, krizi yalnızca izlemek değil, aktif ve hukuki zeminde yanıt vermek isteyen bir siyasi vizyonun göstergesidir.
Barış dilinde konuşulan yeni kuşatma
Kıbrıs’ta bir süreç var. Ama bu sürecin yönü barışa mı, yoksa daha rafine bir kuşatmaya mı gidiyor, bunu sormadan geçemeyiz.
Yargı kararlarıyla sindirme; Maraş üzerinden algı savaşı; Schengen ile sınır mühendisliği… Bunlar çözüm sürecinin doğal adımları değil, siyasi baskının diplomatik paketlenmiş halleri.
Kıbrıslı Türkler bugün yalnızca bir müzakere hakkı değil, aynı zamanda onurlu eşitliği ve varoluşsal meşruiyeti için mücadele etmektedir.
Çözüm adına ortaya konan her girişim, eğer eşit statüye dayanmazsa, adada bir halkı yeniden edilgen pozisyona itmekten başka sonuç üretmeyecektir.
Bu nedenle artık sormak gerekiyor:
Gerçekten bir çözüm mü isteniyor, yoksa çözümsüzlüğü sürdürecek yeni ve daha karmaşık bir sistem mi kurulmak isteniyor?

Bu haber 646 defa okunmuştur

:

:

:

: