19 Ekim KKTC seçimi: Sandık, diplomasi ve çalkantılı bölge

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 19 Ekim 2025’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri, sadece bir liderlik yarışı değil; Gazze savaşı, Ukrayna’daki çatışmalar ve Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu sürecinin gölgesinde gerçekleşen bir yön tayini niteliği taşıyor. Sandıktan çıkacak sonuç, Kıbrıs Türk halkının iç siyaset rotasını belirlemekle kalmayacak; aynı zamanda adanın gelecekte nasıl bir diplomatik güzergâhta ilerleyeceğine de işaret edecek.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde 19 Ekim 2025’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri, sadece bir liderlik yarışı değil; Gazze savaşı, Ukrayna’daki çatışmalar ve Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu sürecinin gölgesinde gerçekleşen bir yön tayini niteliği taşıyor. Sandıktan çıkacak sonuç, Kıbrıs Türk halkının iç siyaset rotasını belirlemekle kalmayacak; aynı zamanda adanın gelecekte nasıl bir diplomatik güzergâhta ilerleyeceğine de işaret edecek.

Eylül ayı her zaman olduğu gibi BM Genel Kurulu’na ev sahipliği yapıyor. Bu yıl ise KKTC açısından özel bir önem taşıyor. Zira son gayrıresmî beşli toplantının ardından, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in New York’taki Genel Kurul vesilesiyle Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ve Kıbrıs Rum lideri Nikos Christodoulides ile ayrı ayrı bir araya gelmesi bekleniyor. Bu buluşmanın, Kasım ayında planlanan yeni bir gayrıresmî beşli toplantıya hazırlık niteliğinde olması öngörülüyor.
Bu diplomasi trafiği seçim öncesi her iki aday için de söylemsel bir kaldıraç işlevi görüyor. Tatar tarafı bu temasları “iki devletli çözüm tezimiz artık BM gündeminde” diye sunarken; Erhürman kanadı aynı görüşmeleri “federal çözüm masası yeniden kuruluyor” şeklinde yorumluyor.
Gazze ve Ukrayna gölgesinde seçim
İki yılı bulan Gazze savaşı Doğu Akdeniz’de güvenlik risklerini artırdı. İsrail’in kent savaşını derinleştirmesi, uluslararası hukuk tartışmalarını sertleştirdi. Ankara’nın sert söylemi KKTC’de özellikle genç seçmenlerin “adalet ve çifte standart” konularına daha duyarlı bakmasına yol açıyor. Tatar’ın “egemen eşitlik” çizgisi bu atmosferde “direniş” vurgusuyla destek bulabilir. Erhürman ise AB ve BM parametreleri üzerinden çözümü, “uluslararası hukukla uyum” argümanıyla güçlendirmeye çalışıyor.
Ukrayna cephesinde İstanbul görüşmeleri kısmi umut sunsa da, savaşın bitimsizliği Avrupa’da ve ABD’de yorulma yaratıyor. NATO–Rusya gerginliğinin Karadeniz üzerinden Akdeniz’e sirayet etmesi KKTC için “statüko mu, çözüm mü?” tartışmalarını doğrudan etkiliyor. Çatışmanın uzaması, Kıbrıs’ta “büyük çözüm” ihtimallerini gölgede bırakıyor.
Ankara ile tam uyumlu, “egemen eşitlik” temelinde iki devletli çözüm vurgusu. Tanınma arayışları, doğrudan uçuşlar, spor ve kültür diplomasisi gibi parça parça kazanımlar üzerine kurulu bir vizyonla yeniden seçilmeyi hedefleyen mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın mevcut ve olası sıkıntılarından daha önce çok bahsettik. UBP içerisinden ve koalisyon tabanından kendisine yönelik muhalefeti seçim çalışmasına koordinatör olarak atanan Hasan Tacoy’un çalışmalarıyla ve son günlerde Başbakan Ünal Üstel’in seçim çalışmalarına fiziki katılımıyla aşmaya çalışan Tatar’ın Ankara’dan daha net destek almadan seçim zaferi zor görünüyor.
Bazı ön şartlarla da olsa federasyon temelinde çözüm arayışı, AB müktesebatıyla uyum perspektifi ve kurumsal reform, dışa açılım ve teknik iş birliğiyle toplumun uluslararası görünürlüğünü artırmayı hedefleyen bir yaklaşım ile halkın desteğini talep eden Cumhuriyetci Türk Partisi lideri ve adayı Tufan Erhürman ise seçim kampanyası boyunca oldukça başarılı olduğu “değişim” rüzgarını daha da kuvvetlendirerek sandıktan çıkabilir.
İki adayın Kıbrıs sorunu konusundaki ciddi fark aslında Kıbrıs müzakerelerinin yarım asrı aşan fay hattını yeniden seçim sandığına taşıyor.
Seçimden sonra ne olur?
Tatar, resmî müzakere sürecine oturmak için “egemen eşitlik” ve “iki devletin tanınması” şartlarını öne sürüyor. Bu şartlar yumuşatılmadıkça, iki devletli çözümün uluslararası alanda sonuç vermesi çok zor. BM ve AB bugüne kadar bu yaklaşımı kabul etmedi, kısa veya uzun vadede de uluslararası siyasette ciddi bir kırılma olmaması durumunda, etmesi de beklenmiyor.
Ancak konjonktür değişirse tablo farklılaşabilir. Dış baskılar ve uluslararası sistemin Gazze–Ukrayna gibi krizler nedeniyle ara modeller aramaya zorlanması, Tatar’ın pozisyonunu kademeli olarak esnetebilir. ABD’nin öncülük ettiği İbrahimi Anlaşmalar benzeri yaklaşımlar, tarafların temel pozisyonlarını değiştirmeden iş birliği alanları açmasını sağlayabilir. Bu da Tatar’ın söylemini “iki devlet”ten “gevşek konfederasyon”a doğru evrimleştirebilir.
Kısaca, mevcut katı pozisyonu devam ederse Tatar ile yol tıkanması kaçıbılmaz olabilir.
Erhürman’ın da işi hiç de kolay değil. Erhürman’ın federasyona dönüş şartları—siyasi eşitlik, dönüşümlü başkanlık, karar alma süreçlerinde etkin katılım ve dengeli temsil—Rumlar tarafından kabul edilebilir görünmüyor. Bu nedenle federasyon masası bir kez daha üstelik de kurulmadan çökebilir. Rum tarafının federasyonun imkânsızlığını sergilemesi halinde uluslararası toplumda “o hâlde gevşek konfederasyon mu?” sorusu gündeme gelecektir.
Yeni zemin mümkün
Her iki çizginin sert pozisyonlarının tıkanması aslında tek bir ortak noktaya işaret ediyor: gevşek konfederasyon. Bu modelde taraflar egemenlikten vazgeçmeden enerji, çevre, turizm, eğitim gibi alanlarda iş birliği yapabilir. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun zamanla Avrupa Birliği’ne dönüşmesi örneğinde olduğu gibi, gevşek bir iş birliği ileride farklı yapılara evrilebilir.
Türkiye, gevşek konfederasyonu, iki devletli tezden geri adım atmadan, KKTC’nin uluslararası görünürlüğünü artırabilecek pragmatik bir formül olarak görebilir.
Nikos Anastasiades yönetiminin Crans Montana sonrasında kısa bir süre seslendirse de “gevşek federasyon” fikrini gayrı resmi olarak Türkiye’ye önerdiği biliniyor. ABD ve AB’nin “Federasyon mümkün değil” fikrine gelmeleri ve “yapıcı baskı” uygulamaları durumunda Yunanistan ve Güney Kıbrıs açısından iki devlet seçeneğine göre gevşek konfederasyon daha az sancılı bir ara model olarak görülebilir. Ama Rum tarafı bunu geçici görmeye çalışacaktır.
AB açısından gevşek konfederasyon işlevsel bir çözüm olabilir. Müktesebatın Kuzey’e yansımasını sağlayabilir, enerji ve yeşil mutabakat projelerini kolaylaştırır.
Gazze ve Ukrayna arasında Kıbrıs sorununu düşük maliyetle yönetmek için adada gevşek konfederasyon ABD açısından pragmatik bir araç olarak görülebilir.
BM açısından ise gevşek konfederasyon yüz kurtarıcı bir opsiyon. Federasyonun çöktüğünü değil, evrildiğini göstermek için kullanılabilir.
Jeopolitik fırtınaların gölgesinde KKTC seçmeni için belirleyici olan ekonomi olacaktır. TL’deki değer kaybı, hayat pahalılığı, turizm ve öğrenci akımlarındaki dalgalanmalar. Erhürman reform ve kurumsal kapasite söylemiyle; Tatar ise Ankara destekli yatırımlar ve protokoller üzerinden “istikrar” mesajıyla bu kaygılara yanıt arıyor.
“Kim haklı?” Değil, “Kim yönetebilir?”
19 Ekim seçimleri, KKTC için yalnızca bir siyasi tercih değil, varoluşsal bir yol ayrımıdır. Bu küçük devlet, Doğu Akdeniz’in fırtınalı ikliminde nasıl ayakta kalacak? Gazze’de hukuk çökerken, Ukrayna’da güvenlik dengeleri altüst olurken, uluslararası toplumun Kıbrıs’ta “büyük çözüm”e iştah göstermesi beklenemez. Ancak bu, çaresizliğin tescili değildir. Tam tersine, gevşek federasyon ya da gevşek konfederasyon gibi esnek modeller, bugüne dek çıkışsız görülen yollara yeni kapılar aralayabilir.
Sandığın sorduğu soru artık “kim haklı?” değildir. Asıl mesele, KKTC’nin bu küresel çalkantıda kimin liderliğinde, hangi vizyonla daha güvenli, daha öngörülebilir, daha kalıcı bir gelecek kurabileceğidir. Seçmen, tarihi tezlerin tekrarından çok, kimin günlük sıkıntılara pratik çözümler sunabileceğine, uluslararası rüzgârları doğru okuyup toplumu geleceğe taşıyabileceğine odaklanacaktır.
Fakat mesele yalnızca bugünün ekonomik bunalımları ya da diplomatik çıkmazları değildir. Daha derin ve kalıcı bir gerçek vardır: Kıbrıs Türk halkı, kendi kimliğini ve varlığını koruma mücadelesi vermektedir.
1963’ün Kanlı Noel’inde evlerinden sürülen, köyleri yakılan, çadırlarda yaşamaya mahkûm edilen insanların hikâyesi hâlâ hafızalardadır. 1974 öncesinde kuşatılmış bölgelerde nefes almaya çalışan toplum, müdahale sonrasında bu kez uluslararası izolasyonun ağır zincirleriyle karşılaştı. Kıbrıs Türkleri, on yıllar boyunca dünyadan kopuk yaşamayı göze alarak varlığını savundu.
Bugün hâlâ aynı soruyla yüz yüzeyiz: Sessiz asimilasyonun baskısıyla mı eriyeceğiz, yoksa içi boş bir “Kıbrıslılık” maskesinin ardına saklanıp önce azınlıklaşarak sonra tarihten mi silineceğiz? Yanıt, geçmişte olduğu gibi sadece direnişte ya da sadece diplomasi masasında değil. Yanıt, kendi kimliğini sahiplenebilen, halkını geleceğe taşıyacak vizyon ve iradeye sahip bir liderliktedir.
Ve işte tam bu noktada, 1963’ün acısı ile 2025’in umudu yan yana duruyor: Dün hayatta kalmak için direnmek zorunda olan Kıbrıs Türkleri, bugün kendi geleceğini kendi elleriyle seçmek için sandığa gidiyor. Dün barınma ve güvenlik temel meseleydi, bugün öngörü, vizyon ve uluslararası varlık. Dün çadırlarda umut arayan halk, bugün sandıkta kendi kaderine yön verecek.
19 Ekim seçimleri bu nedenle yalnızca önümüzdeki beş yılın değil, gelecek kuşakların da yol haritasını çizecek. O sandık, bir lider seçmenin ötesinde, bir toplumun varlığını geleceğe taşıyıp taşıyamayacağının sınavıdır.
Rahmetli kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf Denktaş’ın “Kıbrıs davası bir toprak davası değildir. Kıbrıs davası, bir varlık davasıdır” sözünü unutmayalım.

Bu haber 63 defa okunmuştur

:

:

:

: