Kıbrıs Türk halkı, çözüm olsa da olmasa da, kendi evini düzenleme ve onurlu bir geleceği kurma hakkından vazgeçemez.
19 Ekim, KKTC için yalnızca bir seçim tarihi değil, aynı zamanda toplumun kendine ayna tutacağı, kendiyle yüzleşeceği bir gün olacak. Sandık kurulacak, oylar atılacak, zannetmiyorum am belki ikinci tura kalınacak, ama netice itibarıyla bir isim “cumhurbaşkanı” sıfatıyla Silahtar’a değilse de Saray’a oturacak. Ne var ki bu seçim yalnızca kişisel bir yarışı değil, Kıbrıs Türk halkının hangi değerler üzerinde geleceğini kurgulayacağını da tayin edecek.
Kıbrıs Türkünün kader çizgisi defalarca kesildi, yeniden çizildi, silindi, tekrar yazıldı. Osmanlı’dan İngiliz sömürge idaresine, 1960 ortaklık Cumhuriyeti’nden, 1963-1974 travmasına, 1974 Barış Harekatıyla fiili iki bölgede iki devletlilik aşamasına kadar yaşanan her dönemeçte Kıbrıslı Türkler bir sınav verdi. O sınavların özünde hep aynı soru vardı: “Kendi kimliğini, varlığını ve onurunu nasıl koruyacaksın?” Bugün de sorunun özü değişmedi.
DİRENİŞİN ŞİİRİ, HOŞGÖRÜNÜN DİLİ
Direniş, Kıbrıslı Türklerin genetik koduna işlemiş bir refleks. 1963’ün Kanlı Noel’inden sonra yüzlerce köy boşaltıldı, insanlar göçmen oldu. Çadırlarda, göçmen evlerinde, yoklukta doğan çocuklar bugün torunlarını seviyor. Bu toplumsal hafıza, Kıbrıs Türkünü ayakta tutan en güçlü damar. Direniş, sadece barikatta nöbet tutmak değil; günlük yaşamı sürdürme kararlılığıdır. Çocuğunu okula gönderirken, sabah çarşıda domates alırken, akşam sahilde yürürken bile bu direncin izleri vardır.
Ama direniş kör bir inatla karıştırılmamalı. Direnmek, her şeye “hayır” demek değildir. Direnmek, doğru olanı ayakta tutma, onurlu bir yaşam için canını verebilme bilincidir. Gerektiğinde susmak, gerektiğinde konuşmak, bazen de köprüleri yakmadan kendi yolunu açmaktır. Bir ada halkının varoluş mücadelesinde, stratejik sabır çoğu zaman sert sloganlardan daha kıymetlidir.
Hoşgörü de bu halkın genetik kodunun bir diğer tarafıdır. Aynı avluda yaşayan farklı aileler, aynı adayı paylaşan farklı inançlar, diller, kültürler, aynı dili farklı aksanlarla konuşan komşular… Hoşgörü, Kıbrıslı Türk toplumunun günlük pratiğidir.
Bugün hoşgörüye her zamankinden fazla ihtiyaç var. Çünkü sadece adanın kuzeyi değil, tüm bölge gerilimlerle kaynıyor. Gazze’de akan kan, Suriye’nin yıkımı, İran-İsrail gerginliği, ABD ve Fransa’nın üsleri, Güney Kıbrıs’ın İsrail’le yaptığı askeri işbirlikleri… Bütün bunlar adayı doğrudan etkileyebilecek riskler. Böyle bir ortamda, direniş refleksini korurken hoşgörüyü kaybetmemek, aklın ve vicdanın beraber çalıştığı bir dengeye işaret ediyor.
İYİ YÖNETİM: ONUR VE İHTİYAÇ
Kıbrıs Türk halkı için iyi yönetişim, artık bir lüks değil, varoluşsal bir zorunluluk. Çünkü çözümsüzlük hâlinde bile yaşamak için kurumların işler olması gerekir; çözüm olsa da masada güçlü olmak için aynı şart geçerlidir.
Ama iyi yönetim denince yıllardır sadece slogan duyuyoruz. Her seçimde “temiz toplum”, “şeffaf devlet”, “liyakat esaslı kadrolaşma” sözleri… Sandıktan sonra ise aynı kısır döngü: partizanlık, adam kayırma, hesapsız borçlanma. Bu tablo, toplumun direnç gücünü törpülüyor. Kendi evini düzenleyemeyen bir halkın, eşit muhatap olarak kabul görmesi zorlaşıyor.
İyi yönetim, aynı zamanda ahlaki bir meseledir. Çünkü yurttaşın hakkını gözetmek, kamunun parasını doğru harcamak, adaletin terazisini tarafsız tutmak insan onurunu korur. İnsan onurunun korunmadığı yerde çözüm de gelse kalıcı barış olmaz. Tam tersi, çözümsüzlük sürse bile iyi yönetişim varsa, halk kendi kimliğiyle ayakta durabilir.
Bu bağlamda seçim, “iyi yönetişim” vaadini slogandan çıkarıp somut planlarla ortaya koyabilecek adayları sınayacak. Gençlerin işsizlikten umutsuzluğa kapıldığı, kamusal borçların büyüdüğü, demografik sıkıntıların dramatik boyutlara ulaştığı bir ortamda “iyi yönetişim” artık romantik bir dilek değil, ayakta kalmanın ön koşuludur.
SANDIĞIN ÖTESİNDE DEĞER SEÇİMİ
Kıbrıs Türk halkı sandığa sadece isim seçmek için gitmemeli. Seçim, hangi değerlerin yaşatılacağını ilan etmenin de aracıdır. “Türkiye ile uyum” ifadesi meydanlarda alkış topluyor ama bu uyumun sınırlarını kim belirleyecek? Uyum, bağımsız iradeyle üretilen ortak çıkar mı, yoksa talimatla yürüyen bir siyaset mi? İşte sandık bu soruya da yanıt verecek.
Diğer taraftan, Rum kesimindeki gelişmeler seçim sürecinin gölgesini daha da ağırlaştırıyor. Son dönemde gündeme gelen İsrail menşeli Barak MX hava savunma sistemleri, sıradan bir “savunma tedbiri” gibi sunulsa da aslında adanın stratejik dengelerini kökten değiştirebilecek bir hamle. Bu sistemler yalnızca kısa, orta ve uzun menzilli füzelerden ibaret değil; aynı zamanda 500 kilometreyi aşkın bir radar kapsama alanı ile Doğu Akdeniz’in neredeyse tamamını, Ortadoğu’nun büyük bölümünü izleme kapasitesine sahip. Yani, bu teknoloji yalnızca “Rum halkını korumak” için değil, İsrail’in bölgesel güvenlik mimarisine entegre bir ileri karakol işlevi için konuşlandırılıyor.
Rum liderliği, bu adımı “ulusal savunma” olarak pazarlıyor. Ancak gerçekte bu savunma şemsiyesi, Kıbrıs’ı başkalarının savaşının lojistik merkezi haline getiriyor. Amerikan üsleri zaten ada üzerinde geniş bir varlığa sahip. Fransızlarla imzalanan askeri işbirliği anlaşmaları, deniz ve hava sahasında yeni hareketlilik yaratıyor. İsrail ise hem istihbarat kapasitesini hem de füze kabiliyetini adaya taşıyarak, Kıbrıs’ı Ortadoğu’daki çatışmaların göbeğine çekiyor.
Turizmle, yüksek yaşam standardıyla övünen Güney Kıbrıs, bir yandan “Doğu Akdeniz’in güvenli limanı” imajını parlatırken, öte yandan hızla bir füze tarlasına, radar üssüne ve istihbarat merkezine dönüşüyor. Bu çelişki, aslında Rum halkını da risk altına sokuyor. Çünkü konuşlandırılan her füze bataryası, her radar sistemi aynı zamanda potansiyel bir hedef demektir. İran’ın “İngiliz üsleri İsrail’e açılırsa hedef olur” uyarısı hafızalardayken, Barak MX sistemlerinin yarın benzer tehditlerin odağı haline gelmesi işten bile değil.
İşte tam da bu nedenle, Kıbrıs Türk seçmeni önümüzdeki seçimlerde sandığa giderken yalnızca iç meseleleri değil, adanın bu jeopolitik gerçeklerini de göz önünde bulundurmalı. Çünkü kuzeyde kimin Cumhurbaşkanı olacağı, sadece Lefkoşa’daki yönetim kültürünü değil; aynı zamanda bu risklere karşı nasıl bir stratejik duruş geliştirileceğini de belirleyecek. Rum tarafının attığı bu adımlar, Kıbrıs Türk halkına “iyi yönetişim” ve “dirençli liderlik” ihtiyacını daha da net biçimde hatırlatmalı.
TARİHSEL HAFIZANIN IŞIĞINDA
Bu seçim, tarihin hatırlattığı derslerden bağımsız düşünülemez. 1960 Cumhuriyeti’nde ortaklık bozulduğunda, Kıbrıslı Türkler kendi kurumlarını kurmak zorunda kaldı. 1974’te yaşananlar, adanın kaderini ikiye böldü ama aynı zamanda kuzeyde kendi devlet yapısını kurma iradesini doğurdu. Bugün ise 2025’in sandığında verilecek karar, o tarihlerde verilen direniş sınavlarının devamı niteliğinde.
Halkın genetik kodundaki direniş, artık yalnızca dış saldırılara karşı değil, kötü yönetime, yolsuzluğa, kurumların çürümesine karşı da gösterilmeli. Çünkü bir toplum sadece dış düşmanlarla değil, iç zaaflarıyla da yok olabilir. Hoşgörü ise bu direnişi iç kavgalara dönüştürmeden sürdürmenin güvencesidir.
DİRENÇ VE HOŞGÖRÜNÜN PUSULASI
Dirençsiz bir toplum, en hafif rüzgârda bile savrulur; başkalarının senaryolarında figüran olur. Hoşgörüsüz bir toplum, kendi içinde kavga ederek enerjisini tüketir, birbirini yaralayarak zayıflar. İyi yönetimden mahrum bir toplum ise yavaş yavaş erir; kurumları çöker, güveni tükenir, yarınını kurma kudreti kalmaz.
Oysa Kıbrıs Türk halkının tarihsel mirası bize iki şeyi öğretmiştir: Direnmek, varlığı savunmak için; hoşgörmek, varlığı yaşatmak için. Bu iki erdem bir araya geldiğinde toplum hem içten sağlam hem dıştan dayanıklı olur. Fakat bu direncin ve hoşgörünün gerçek anlamını yaşatacak olan şey, adaletli, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetimdir. İyi yönetim, sadece bir tercih değil; insan onurunun, toplumsal varlığın ve geleceğe güvenle bakabilmenin zorunlu koşuludur.
19 Ekim’de sandığa gidilirken hatırlanmalı: Oy pusulasına basılan mühür, bir kişiye değil, bir toplumsal yönelişe verilmiş sözdür. O söz, “biz kimliğimizi direnişle koruyacağız, toplumsal barışımızı hoşgörüyle büyüteceğiz, devletimizi ise iyi yönetimle ayakta tutacağız” demektir. Direnç, hoşgörü ve iyi yönetim hakkı… İşte bu üçlü, Kıbrıs Türk halkının sadece bugününü değil, yarınını da aydınlatacak gerçek pusuladır.