Bakalım bakalım ne demekmiş?
Ben elbette biliyorum da uygulamada neler oluyora bir bakalım.
“ Rüzgara karşı yelken açılmaz' ifadesi, bir yelkenli teknenin doğrudan rüzgarın geldiği yöne ilerleyemeyeceği anlamına gelir.
Bir yelkenlinin rüzgarın estiği yöne doğru hareket edebilmesi için, rüzgarla tam karşı karşıya gelmeden, yani 'yelkensiz bölge' olarak adlandırılan açıdan biraz uzaklaşarak, 45 derecelik açılarla zikzaklar çizerek ilerlemesi gerekir.
Demek ki ne öğrendik, aklımıza koyduğumuz şeyi yapmanın zor olduğunu anladık, PES ETMEK yerine 45 derecelik açılarla zikzaklar da çizebilirmişiz.
İlahi Ayşe Hanım işiniz gücünüz yok mu sizin, dediğinizi duyar gibiyim. Var elbette…
Ben ne iş yaparsam o işe odaklanır, bilgilerimi tazelerim, ona yeni bilgiler eklerim.
Sabahleyin gecenin fırtınasından sonra verandalar tam bir felaketti. Süpürmeye başladım. Hafif esinti ben süpürdükçe tam ters yöne uçuruyordu yaprakları…
Vazgeçtim. Olanca yığını rüzgarın götürdüğü köşede topladım. Aferin bana…
Sonra düşündüm hayatın getirdiği çerçöpe de çözüm aradığımızda rüzgarın yönüne bakalım.
Ya bir köşeye toplayıp rüzgarın dinmesini bekleyebiliriz ya da sözlükte yazıldığı gibi 45 derece açılarla zikzaklar çizerek varış yolunu buluruz. Tercih sizin…
Öğretmenim ya!
Öğretmek ve öğrenmekten hiç vazgeçmiyorum ya!
Ne olur, sizler de çözüm bekleyen sorunlarınızda hemen pes etmeyin. Olmayacakmış gibi gelen olaylarda bile hemen vazgeçmeyin.
Deneyin…
Direnin…
Mutlaka elde edeceksiniz…
AÇ GÖZLÜ
Karnı aç olur doyurursun
Çıplak olur giydirirsin
Parası olmaz verirsin
Peki
Ya gözü aç olursa?
Bırak
Onu da toprak doyursun...
Ayşe TURAL
BİR ZAMANLAR SÖZLER SENETTİ
Zaman değiştikçe, çağ atladıkça değişen insanoğlunun kendisi oluyor aslında. Farkına vardığımızda da iş işten geçmiş oluyor. Hal böyle olunca da “ Atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor.” Geç kalmış oluyoruz uzun lafın kısası...
Gözünü sevdiğimin Türkçesi ne kadar zengin... Ana dilim benim. Hem zengin hem de çok renkli... Bir şey anlatmaya kalktığınızda ne kadar çok deyim bulabiliyorsunuz. Neyse biz konumuza dönelim tekrar. Nerde kalmıştık?
Geçenlerde bir yerde İzmir’den gelen bir iş adamı ile tanıştırıldım. Doksanlı yaşlarda, sempatik, güngörmüş bir beyefendi... Maşallah aklı yerinde ve zehir gibi işleyen bir de kafası var. Beş fabrika sahibi...
Haydar Bey, çekirdekten yetişmiş bir tüccar... Bileğinin hakkıyla bugünlere gelmiş. Hala, sabahları evden erkenden çıkıyor. Yönetim kurulu başkanlığı yaptığı şirkete gidiyor ve oğullarına ve torunlarına akıl hocalığını sürdürüyor.
Onun deneyimlerine ihtiyaç var elbette... Ne mutlu ona... Konu konuyu açıyor, nasıl tüccar olduğunu, bu basamakları nasıl tırmandığını anlatmasını istiyorum. Öyle tatlı tatlı anlatıyor ki!...
Ben insanların başarı öykülerini dinlemeye bayılırım. Onlardan öğrenecek çok şey var...
Haydar Bey, daha iki- üç yaşlarındaymış Girit’ten İzmir’e geldiğinde. 1920 mübadelesinde (değişim) ailesiyle gelmişler. Elbette anlatıldığı kadarını biliyor.
Sonra kardeşleri okurken onun aklı fikri ticarette... Önce meslek lisesinin elektrik bölümünü bitiriyor, küçük yaşta ticarete atılıyor. Böyle insanların gözü pek olur, bilirsiniz.
Bir dükkân kiralıyor. Kimse görmesin diye camları gazeteyle kapatıp kendi badana yapıyor.
Mal almak için İstanbul’a gidiyor. Ertesi gün elektrik aksamları satan bir yer buluyor. Açık açık konuşuyor. Benim param yok ama bana vereceğiniz malı sattıkça size her hafta para gönderirim, diyor.
Öğretmen olan beyefendi, halinden tavrından onu beğeniyor, Haydar Beye güveniyor. Al, git... Aydan aya parasını yollarsın diyor.
Yıllarca o kişi ile ticareti sürdürüyor. Karşılıklı saygı ve güven içinde hem de... “ Hem o kazandı, hem de ben” diyor.
“ Ticarette risk almanın önemini vurguluyor. Ticaret adamının gözü açık olacak ama vurguncu, soyguncu olmayacak” diyor.
“ Eskiden insanlara bakınca ne olduğu anlaşılırdı, şimdi öyle değil” diye devam ediyor.
“ Sözün senet olduğu zamanlar çooook gerilerde kaldı” diye hayıflanıyor.
Haydar Bey, çok haklı elbette. Devran döndü, her şey değişti. Bugün verilen senetlerin, yapılan sözleşmelerin hükmü yok. Yasal dayanaklar bile işe yaramıyor. İşinizi sağlam kazığa bağlamazsanız yandığınızın resmidir.
Neden mi?
İnsan denilen o çok akıllı yaratık, artık manevi değerleri önemsemiyor da ondan. Dini imanı para, mevki...
Hep daha az çalışıp kolay yoldan para kazanma derdinde ne yazık ki!
Neyse ki toplumda iyiler de var. İnsani değerlere önem veren, saygı, dayanışma, yardımlaşma, dürüstlük, sözünde durma, iyilik yapma gibi erdemleri ailesinden öğrenmiş, bunları onurla taşıyan insanlar da var...
İyi ki varlar da yüreğimize su serpiyorlar. Yoksa işimiz duman...Devir böyle bir devir işte...
Yapılabilecek en akıllıca şey, çocuklarımızı yetiştirirken biraz daha dikkatli davranmak, onlara toplum çıkarlarını kişisel çıkarlarından öne almayı öğretmek...
YALNIZLIK
bir karşılaşıverse bakışlarımız
gözlerim, birden kamaşsa, diyorum
bir çalıversen yüreğimin kapısını, hani
sonlanıverse hüzünlü yalnızlığım
dokunuverse ellerin mesela/ tesadüfmüş gibi/
alaza kesse yüzüm, terlese avuçlarım
yaşam denizine bir olta da ben sallasam
ve sen çıksan bahtıma
sensiz ve sessiz akşamlara
birlikte koysak noktaları
bil ki,
yalnızlığadır tüm yakarışlarım