Kıbrıs Türk halkı sandığa gitti, sadece bir Cumhurbaşkanı seçmedi; siyasetin sahne ışıklarını da kapattı. Elbette seçilen cumhurbaşkanına “Hayırlı olsun” kaybeden dostumuz Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a “Hizmetlerin için teşekkürler” demek gerekir bugün. Seçim geride kaldı, artık gelinen bu noktayı iyi değerlendirmek, yeni şeyler konuşmak, halka hizmet etmeye başlamak zamanıdır.
Yüzde 62,8’e 35,8’lik farkla gelen Tufan Erhürman zaferi, yıllardır aynı senaryoyu oynamaktan yorulmuş bir toplumun “artık ciddiyet istiyoruz” çıkışıydı.
Bir taraf “iki devlet, tek hakikat” diye bağırırken, diğeri sessizce “önce işleyen bir devlet kur, sonra slogan atarsın” dedi.
Sandık, kimsenin beklemediği kadar net konuştu.
Ama Kıbrıs’ta hiçbir perde uzun süre kapalı kalmaz.
Sahne değişti, dekor aynı:
Bu kez oyunun adı “Yetkiler kimde?”
ESKİ OYUNCULAR, YENİ ROLLER
Erhürman’ın seçilmesi yalnız Cumhurbaşkanlığı Sarayında değil, hükümet koridorlarında da deprem etkisi yarattı. UBP–YDP–DP koalisyonu, desteklediği adayı sandıkta kaybetmekle kalmadı, kendi tabanını da eritti.
50 sandalyeli mecliste hâlâ 29 milletvekiliyle kâğıt üzerinde çoğunlukta olabilirler, ama siyaset artık matematik değil, sosyolojiyle ölçülüyor.
Ve sosyoloji diyor ki: toplumun nabzı artık aynı yerden atmıyor.
Seçimden günler önce meclisten alelacele geçirilen “iki devletli çözüm kararı”, bu kopuşun en trajikomik örneğiydi.
Amaç, Erhürman’ı köşeye sıkıştırmak, milliyetçi duygularla seçmeni galeyana getirmekti.
Sonuç tam tersi oldu: Halk, bu gösterinin sahte olduğunu, “yine seçim öncesi milliyetçi gürültü”nün başladığını anladı.
Kıbrıs Türkü, artık bu ezberi bozdu.
Ve sandıkta sadece aday değil, siyasi üslup da değişti.
ANKARA’DA SESSİZ KARIŞIKLIK
Seçim gecesi Ankara’da tek ses yoktu, adeta bir diplomatik orkestra provası yaşandı.
İlk notayı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan verdi:
“Kıbrıs Türk halkının iradesine saygı duyuyoruz, yeni dönemde birlikte çalışmayı temenni ediyoruz.”
Kısa, dengeli, soğukkanlı.
Ne fazla sevinen vardı, ne de küsen.
Bu açıklama, hem Türkiye’nin artık Kıbrıs’ta açık müdahaleden kaçınmak istediğini hem de “önce bekle, sonra yorum yap” refleksinin hâlâ devrede olduğunu gösteriyordu.
Fakat bu serinkanlılık uzun sürmedi.
MHP lideri Devlet Bahçeli, adeta diplomatik bir orkestrada megafonla sahneye çıktı, mealen “Bu seçim gayrimeşrudur, Kıbrıs Türk halkının kaderi temsil edilmemiştir. Meclis bu sonucu reddetsin, Kıbrıs Türkiye’ye bağlansın!” deyiverdi
Bir yandan seçim meşruiyetine saldırı, öte yandan yarım asırlık bağımsızlık mücadelesine “yeni bir ilhak çağrısı.” Bahçeli’nin “bağırarak kardeşlik” anlayışı, Lefkoşa’da şaşkınlıkla, Ankara’da ise utangaç sessizlikle karşılandı.
Erdoğan’ın serinkanlı mesajı ile Bahçeli’nin gürültülü çıkışı arasındaki fark, aslında Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki derin çelişkiyi özetliyordu: Bir yanda diplomasinin ölçülü dili, diğer yanda hamasetin iç siyasete dönük refleksi. Bir yanda “saygı duyuyoruz”, diğer yanda “katılsınlar da bitsin bu iş!”
Bu iki ses arasına sıkışan yeni Cumhurbaşkanı’nın işi kolay değil.
Erhürman, Türkiye ile kavga etmeyi değil, eşit ilişki kurmayı hedefliyor.
Ancak Ankara’daki kimi çevrelerde “eşitlik” hâlâ “asi duruş” sanılıyor.
İşte asıl kriz tam burada başlıyor: karşılıklı saygının yerini karşılıklı şüphe aldığında, kardeşlik yerini vesayete bırakıyor.
MECLİSİN GÖLGESİNDE YENİ BİR OYUN
Erhürman’ın seçilmesi, KKTC meclisindeki üçlü koalisyonun bütün denklemini altüst etti. UBP içinde “yenilenme” tartışmaları başladı; YDP, seçmenle arasına mesafe koyduğunu fark etti; DP ise “eski düzenin paydaşı” olmanın bedelini ödüyor.
Mecliste hâlâ 29 sandalyelik çoğunlukları var ama bu çoğunluk artık matematiksel bir yanılsama. Çünkü siyaset, sayıdan önce meşruiyet gerektirir.
Seçim öncesinde siyasi şov niteliğinde geçirilen “iki devletli çözüm” kararı, şimdi hükümetin elinde geri tepen bir mayına dönüştü. O karar, artık halkın değil, yenilginin sembolü oldu.
Bu tablo, erken seçim ihtimalini giderek güçlendiriyor. Şubat 2026’da yeni bir genel seçim senaryosu sadece muhalefetin değil, hükümetin içindeki kimi çevrelerin de gündeminde.
Fakat asıl tehlike başka yerde: Koalisyonun, seçmenin net bir şekilde “diyalog ve ciddiyet” yönünde verdiği mesajı hâlâ duymamış olması.
Zira kulislerde yeni bir plan konuşulduğu iddia edilmeye başlandı.
“Madem Cumhurbaşkanlığı bizim kontrolümüzde değil, o hâlde yetkilerini kısıtlayalım.”
Evet, mecliste bazı milletvekilleri “müzakere yetkilerinin Cumhurbaşkanlığı’ndan alınması” fikrini dillendiriyor.
Bu, anayasal değil, siyasi bir darbe olur.
Adanın ve görüşme sürecinin tarihinden kaynaklanan gelenekle oluşan Kıbrıs Türk sisteminde Cumhurbaşkanı, müzakerelerde halkın iradesini temsil eden tek makamdır.
O yetkiyi törpülemek, aslında halkın oyuyla seçilmiş iradeyi ipotek altına almak anlamına gelir.
ERHÜRMAN’IN İNCE İPİ
Erhürman, hem içeride hem dışarıda ince bir ip üzerinde yürüyor.
Bir yandan “ne mesafe ne teslimiyet” çizgisiyle Ankara’yı karşısına almamaya çalışıyor; öte yandan BM parametrelerine dayalı bir federasyon sürecine kapı aralıyor.
Ama bu kadar makul bir çizgi, Kıbrıs’ta neredeyse tehlikeli sayılır.
Çünkü burada makuliyet, iki tarafın da ezberini bozar.
Erhürman, daha kampanya döneminde müzakerelere dönüş için dört koşul belirlemişti:
1. Siyasi eşitlik tartışmaya açılmayacak.
2. Takvime bağlanmış, sonuç odaklı bir süreç olacak.
3. Daha önce uzlaşılan konular yeniden açılmayacak.
4. Masa dağılırsa, statüko “normal” kabul edilmeyecek.
Bu koşullar aslında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin defalarca yinelediği ilkelerle birebir örtüşüyor.
Yani Erhürman “ön şart koymuyor,” aksine “kuralları hatırlatıyor.”
Ancak bu ada, sağduyuyu daima “radikal” saymıştır.
Rum lider Nikos Hristodulidis de Erhürman’a “tebrik” mesajı gönderdi.
“Görüşmelerin yeniden başlamasına katkı sağlamak istiyoruz” dedi.
Erhürman’ın dolaylı yanıtı ise kibar ama keskin bir mizah örneğiydi:
“Eğer Crans Montana’dan devam etmeye bu kadar hevesliyse, neden o masadan ilk kalkan kendisiydi?”
Diplomasi tarihine geçecek kadar zarif bir iğneleme.
OLASI ÇATIŞMA SENARYOSU
Peki ya hükümet, gerçekten de Cumhurbaşkanlığı’nın yetkilerini törpülemeye kalkarsa?
Bu durumda yaşanacak kriz, yalnızca iç siyasetle sınırlı kalmaz.
Bir yanda halkın oyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı; diğer yanda meşruiyeti zedelenmiş bir hükümet…
İlk siyasi çatışma adadaki iki taraf veya Ankara–Lefkoşa hatlarında değil, Kıbrıs Türk siyasetinin kendi içinde patlayabilir.
Erhürman’ın bürokraside liyakat esaslı bir yapılanmaya gitme niyeti, partizan düzenden beslenen koalisyon ortakları için açık bir tehdit.
Eğer hükümet bu adımı “kontrol kaybı” olarak görüp refleksle karşı çıkarsa, sistem tıkanır.
Üstelik bu tıkanıklık sadece yönetim krizine değil, Türkiye ile ilişkilerde de yeni bir gerginlik dalgasına yol açar.
Kısacası, bir seçim sonucu, yanlış okunursa, bir rejim krizine dönüşebilir.
Ve bu defa faturayı sadece Lefkoşa değil, Ankara da öder.
TOPLUMUN BEKLENTİSİ: GÜRÜLTÜ DEĞİL, CİDDİYET
Kıbrıs Türk halkı bu seçimde bir kez daha olgunluğunu gösterdi. Ne sloganlara kandı, ne ithamlara. “İşleyen kurum, dürüst yönetim ve insanca yaşam” dedi.
Siyaset hâlâ bunu anlamamakta ısrar ederse, sandık bir kez daha konuşur.
Ve bu kez sadece hükümet değil, siyaset kültürünün kendisi değişir.
Erhürman’ın zaferi, bir ideolojik dönüşüm değil; bir yönetim bilinci değişimidir.
Toplum artık “kiminle kavgadasın?” değil, “kiminle çalışıyorsun?” diye soruyor.
KÜÇÜK AYRINTI, BÜYÜK DÖNÜM
Bugünlerde bazı çevreler “Cumhurbaşkanlığı mı önemli, meclis mi?” tartışması açıyor. Oysa mesele yetki değil, zihniyet meselesi. Kıbrıs Türk halkı, tıpkı kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş dönemindeki gibi verdiği bu olağanüstü destekle yıllar sonra bir kez daha “benim adıma konuşacak kişiyi” seçti.
Şimdi sıra, o iradeye gerçekten saygı duymakta.
Eğer hükümet bunu anlayamaz, halkın iradesini törpülemeye kalkarsa, bu ada bir kez daha “demokrasi dersi” verir.
Zira bu toplum, savaş, izolasyon, baskı ve müdahale gördü; ama iradesinden hiç vazgeçmedi.
Belki de en sonunda şunu hatırlamak gerek:
Kıbrıs Türk halkı, kardeşlik ister ama vesayet istemez; dayanışma ister ama tahakküm değil.
Ve bu ayrımı anlayamayan herkes, sandıkta o küçük ama ölümcül kelimeyle karşılaşır:
“Yeter.”