Kıbrıs Türk halkı yeni bir lider seçti: Tufan Erhürman. Sakin, ölçülü ama derin anlamlar taşıyan bir değişimdi bu. Lefkoşa’da hava temkinli bir iyimserlik içindeydi; Ankara’da ise dikkatli bir sessizlik hâkimdi. 
Bir süre herkesin aklında aynı soru vardı: “Ankara ne yapacak?” Milliyetci Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin “82’nci il” açıklaması gündeme bomba gibi düştü. 
Kısa süre sonra tablo netleşti: Türkiye, sonucu da değişen siyasi iklimi de kabullendi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tabii ki Bahçeli’ye hiç değinmeden, Kıbrıs Türk halkının tercihine saygı duyduğunu, Cumhurbaşkanı Erhürman’ı tebrik ettiğini, yakında Ankara’da da misafir edeceğini açıkladı. Ancak bu kabul, yeni bir dönemin başlangıcına mı, yoksa önceden öngörülmüş bir planın parçasına mı işaret ediyor, işte orası biraz muamma. 
Erhürman’ın zaferi, Ankara’nın uzun süredir çekmecede tuttuğu bir “B planı” mıydı? Batı’yla yeniden denge kurmak, diplomaside nefes almak için Kıbrıs’ta böyle bir değişime mi ihtiyaç vardı? 
İddia edildiği gibi, önceki Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın kazanması için eski-yeni siyasetçilerden futbolculara, sanatçılardan malum “hocalara” kadar yapılan o tuhaf destek kampanyaları ters tepeceği biline biline mi organize edildi? 
Gerçekten öyleyse, oldukça ustaca bir mühendisliktir bu. Ama değilse, o zaman sahadaki fiyaskoyu açıklamak kolay değil. Seçimden bir gün önce bir gazetede yayımlanan, verisiz, yöntemsiz, “anket” denmeye bile utanılacak bir sözde kamuoyu araştırması; hem ajansı, hem o gazeteyi, hem de editörünü rezil etti. 
Sadece manipülasyon amacıyla uydurma bir anketi yasağı bile bile yayımladılar. Nitekim, Kıbrıs Türk Medya Etik Kurulu hiç “ama” veya “fakat” demeden kınadı, hem gazeteyi hem de o uydurma anketi yaptığını iddia eden kamuoyu şirketini. 
Tüm bunlar gerçekten planlı mıydı? Yoksa Kıbrıs’ı, Kıbrıs Türk kültürünü, ada insanının siyasetle kurduğu o özel mesafeyi bilmeden, Türkiye’deki seçim kampanyası mantığıyla kurgulanan bir iletişim kazası mıydı? 
Eğer bir stratejiyse, başarıya ulaşmıştır; değilse, tesadüflerin en zekisidir. 
Bu hengâmede bir kişi belli ki gelişmelerden tamamen habersizdi. Veya bugün için yaratılan algı o. Siyasetin reflekslerinden biri olarak, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “82’nci vilayet” çıkışı kısa süreli bir heyecan yarattı. 
Ama kimse bunu Ankara’nın resmi yaklaşımı olarak görmedi. Tam tersine, Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanlığının sergilediği gibi Ankara’nın asıl çizgisi olgunluktu: Kıbrıs Türk halkının iradesine saygı. 
YENİ DÖNEMİN ANKARA EKSENİNDE BAŞLAMASI 
Erhürman’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Ankara’da görüşmesi bu yazı yazılırken henüz programlanma aşamasındaydı. Bu görüşme, sadece bir “tanışma ziyareti” değil; aynı zamanda yeni dönemin yönünü belirleyecek ilk adım. 
Zira Ankara da artık biliyor: Adadaki ve bölgedeki gelişmeler, Kıbrıs sorununun sonsuz bir dosya olarak rafa kaldırılmasına izin vermiyor. 
Gazze savaşı, İsrail–İran gerilimi, Doğu Akdeniz’de enerji paylaşım hesapları ve Avrupa’nın güvenlik endişeleri, Kıbrıs’ı yeniden stratejik denklemin merkezine yerleştirdi. 
Nitekim doğrulanmasa bile Amerika’nın da bir hazırlık içerisinde olduğu iddiaları ayyuka çıktı. 
Bu atmosferde Ankara’nın tavrı belirleyici olacak. Ancak hemen akla gelen soru şu: 
Son beş yıldır “Federasyon öldü, adada artık sadece iki devletli çözüm mümkündür” diyen Ankara, şimdi bir anda federasyonun savunucusu mu olacak? 
Aslında bu sorunun kendisi yanlış bir varsayıma dayanıyor. Çünkü Ankara hiçbir zaman “iki devletli çözüm” ifadesini katı bir biçimde tanımlamadı. 
Bu kavram, isteyenin görmek istediği yere koyduğu bir şemsiye gibiydi. 
İki devletli çözüm, evet, tam egemen iki ayrı devletin yan yana varlığı anlamına gelebileceği gibi, adadaki fiili gerçeğin, mevcut iki yönetimin egemenliklerini paylaşmadan, belirli alanlarda yetki devri ve işbirliği temelinde bir üst yapıda bir araya gelmesi — yani semantiğe takılmadan tanımlanabilecek gevşek bir konfederasyon ya da gevşek bir federasyon formuna da dönüşebilir. 
Önemli olan kelimeler değil, siyasi iradedir. Çünkü bu geniş yelpazede manevra yapmak, formülleri değil, niyeti belirler. Ve eğer o niyet varsa, çözümün adı değil, içeriği konuşulmaya başlanır. 
ÜÇ ESKİ BAŞMÜZAKERECİNİN KESİŞİMİNDE: GERÇEKLİK VE YANILSAMA 
Bu süreçte, kendileriyle ayrı ayrı fikir teatisinde bulunma imkânı yakaladığım üç eski başmüzakereci — Ergün Olgun, Özdil Nami ve Andreas Mavroyiannis — yılların deneyimiyle aslında aynı tabloyu üç farklı pencereden anlatıyorlar. Bu mülakatlar önümüzdeki günlerde geniş şekilde Anka ajansı tarafından paylaşılacak. 
Özdil Nami, Erhürman’ın seçimini “iki çıkmaz dönemin kapanışı” olarak yorumluyor: Sonuçsuz kalan federasyon çabaları ve hiçbir zaman masaya taşınamayan iki devletli politika. Ona göre artık mesele, “adadaki fiili ayrılığı kalıcılaştırmak değil, onu işlevsel hale getirerek eşitliğe dayalı bir ortaklık kurabilmek.” 
Nami’ye göre Erhürman dönemi, “BM parametrelerini koruyarak ama sonuç üretmeye odaklanarak” ilerlemeli. 
Andreas Mavroyiannis ise BM kararlarını hatırlatarak, “çözümün zemini belli, mesele irade eksikliği” diyor. Ancak o da tıpkı Nami gibi, adada bir dönemin sona erdiğini kabul ediyor. “Kıbrıs sorunu artık teknik değil, ahlaki bir meseledir,” diyerek, Rum tarafındaki konforlu statükonun sürdürülemezliğine dikkat çekiyor. 
Mavroyiannis, “adil ve kalıcı çözümün yolu, eşitliğin tanınmasından geçer, bu da yalnızca müzakere değil, öz eleştiri gerektirir” diyerek topu iki tarafa birden atıyor. 
Ergün Olgun ise bu iki bakışın ötesine geçiyor; neredeyse bir bilanço çıkarıyor. Olgun’a göre, “yarım yüzyıllık müzakerelerin en büyük kaybı, gerçeği kabullenmemek.” Denktaş çizgisinin son temsilcisi olarak, bugün geldiğimiz noktayı “federasyon arayışının iyi niyetle sürdürülen bir nostaljiye dönüşmesi” şeklinde tanımlıyor. 
“Egemen eşitlik kabul edilmeden herhangi bir ortaklık kurulamaz,” diyor; “çünkü iki taraf artık yalnızca etnik topluluk değil, kendi kurumlarını, hukuklarını ve uluslararası ilişkilerini geliştirmiş iki ayrı yönetimdir.” 
Bu üç isim, farklı kelimelerle aynı gerçeği işaret ediyorlar: Nami’nin “işlevsel eşitlik” yaklaşımı, Mavroyiannis’in “ahlaki zorunluluk” vurgusu ve Olgun’un “tanınmaya dayalı gerçekçilik” perspektifi arasında görünmeyen bir kesişim noktası var: Statüko artık sürdürülemez. 
Ve bu kez tarafların önünde, sonsuz müzakerelere değil, karara varma zorunluluğuna dayanan bir yol haritası belirmekte. 
TÜRK TARAFI İÇİN YENİ İNİSİYATİF ZAMANI 
Artık Türk tarafının elini taşın altına koyma zamanı. 
“Önce egemen eşitlik ve iki devlet kabul edilsin, sonra müzakere” yaklaşımı bugüne kadar güçlü bir diplomatik kozdu. 
Ancak bu çizgi, özellikle uluslararası zeminde manevra alanını daralttı. 
Şimdi bu tutum kısmen esnetilerek, ama stratejik bir kazanımla yeni bir formül geliştirilebilir: çifte referandum modeli. 
Bu formülde mesela: 
– Rum seçmenine şu soru yöneltilir: “Bu planla ortak bir çözüm mü, yoksa iki ayrı yol mu istiyorsunuz?” 
– Türk seçmenine ise 2004’teki Annan Planı’ndaki gibi sorulur: “Ortak bir çözüm mü, yoksa mevcut durumun devamı mı?” 
Bu yaklaşım, iki topluma da kendi kaderini kendi oyu ile belirleme hakkı verir. 
Eğer her iki taraftan da “birlikte yaşama iradesi” çıkarsa, çözüm meşruiyet kazanır. 
Ama Rum tarafı bir kez daha “hayır” derse, o zaman uluslararası toplumun gündemine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması kaçınılmaz biçimde girer. 
SONSUZ MÜZAKERELER DÖNEMİ KAPANMALI 
Türk tarafı, Crans-Montana’da kalınan yerden masaya dönmeyi kabul ederken, sürecin takvime bağlanmasını ve bir hakemlik mekanizması oluşturulmasını sağlamalı. 
Bu sayede, onlarca yıldır süren “müzakere yapmış olmak için müzakere” döngüsü sona erer. 
Bu kez süreç, ucu açık değil, sonuca odaklı olur. 
Ay sonunda yapılması planlanan genişletilmiş gayrıresmî beşli toplantı, belki de bu yeni dönemin başlangıcı olacak. 
BM Genel Sekreteri António Guterres’in Kıbrıs Özel Temsilcisi María Ángela Holguín Cuéllar’ın 3–11 Kasım tarihleri arasında adada, Türkiye’de ve Yunanistan’da yapacağı temaslar da bu yeni sürecin diplomatik zeminini hazırlamaya çalışacak. Erhürman ile Holguin’in ilk randevusu 5 Kasım sabahında. Ankara programıyla çakışır mı? Henüz belli değil. 
KIBRIS’TA YENİ GERÇEKLİK 
Kıbrıs artık “nasıl konuşulacağını” değil, “neye karar verileceğini” tartışmak zorunda. 
Erhürman’ın seçimi, Kıbrıs Türk halkının çözüm iradesini, ama aynı zamanda eşitlik ve onur talebini bir kez daha hatırlattı. 
Ergün Olgun’un ifadesiyle, “Eğer her seçimden sonra aynı masaya dönüp aynı cümleleri kuruyorsak, bu artık diplomasi değil, alışkanlıktır.” 
Bu söz, yeni dönemde hem Ankara’ya hem Lefkoşa’ya bir uyarı niteliğinde: Çözüm arayışı samimiyet gerektirir; takvim, hakemlik ve karşılıklı saygı olmadan hiçbir plan yaşama geçmez. 
Şimdi sıra Ankara’da. Eğer Türkiye bu sonucu doğru okur, Erhürman’la yeni bir denge kurar ve süreci “karar verici bir son tur” haline getirirse, belki de Kıbrıs sorunu bu kez gerçekten tarih sahnesinden iner. 
“Ya çözüm, ya da çözüm” dönemi açılmalı. 
Başka türlü bu ada, bir 50 yıl daha aynı kısır döngüyü kaldıramaz.